En Güzel İstifa Dilekçesi / Emre Aran

Neredeyse, babasının ölümünden on yıl sonra, kalbindeki büyük boşluk artık varlığını inkar edemeyeceği kadar derindi. Başkalarının ona verdiği rollerden sıkılmıştı. Bir süre hiçbir şey yapmadan pineklemek, tanbur çalmayı öğrenmek ve bu sayede babasıyla biraz olsun hasret gidermek, ardından becerebilirse kendi küçük dükkanını açmak istiyordu. Yıllardır yaşadığı beyaz yaka ülkesinin onda yarattığı tek duygu dayanılmaz bir tiksintiydi. Bir hedef uğruna, ne kadar hayalperest ve mantıksız olursa olsun, gözü kara davranabilme lüksünün belirli gelir gruplarına mahsus bir tavır olduğunu bu nedenle görmezden geldi. Esasen bu yaptığının da baştan aşağı beyaz yakalılara mahsus bir şımarıklık olduğunu düşünüp kendine güldü. İstifa dilekçesine iki kelime yazdı: “İstifa ediyorum.” 

 Uzun zamandır babası gibi özgür olmayı arzuluyordu. Babasının deli dolu hallerini hatırlıyor, kısacık ömrüne sığdırdığı neşeye imreniyordu. Babası kadar iyi tanbur çalmayı becerirse onunla yakınlaşabileceğini düşünüyordu, onu daha iyi anlayabileceğini, dokunduğu notalarda hissedebileceğini. Eve koşup babasının tanburuna sarıldı. Akordu bozuktu. Tellere bastı. Birkaç çarpık ses duyuldu. Elleri terliyordu, titriyordu. Beceriksizliğinden ürktü. Tanburu yavaşça bıraktı. Ne kitaplıkta fazlalık olarak bakılmaktan kurtulabilmiş ne de atılmaya kıyılabilmiş olduklarından kolilere doldurulmuş halde duran babasının kitaplarını kurcalamaya başladı. Eski püskü, sapsarı sayfaları birbirine yapışmış kitapları karıştırdı. Birinin kokusu çok hoşuna gitti; Tanburi Cemil Bey’in Rehber-i Musiki’si. Sayfaları dikkatlice ayırdı. Sevindi. Yırtılmasın diye ağır ağır çevirdi. Sindire sindire okudu her harfini. Okuduklarını denemek için aldı tanburu. Tellere uzandı.

Bir Çeçen kızı beliriverdi yanında; kararsız, ürkek, yabani notaları duyunca. Üstünde kadınların beyler gönül eğlendirsin diye alınıp satıldıkları dönemlerden kalma gösterişli mi gösterişli kıpkırmızı bir elbise vardı. Kanepenin köşesine sıçradı tanburu bırakıp. Korkusundan gözlerini sımsıkı kapattı. Elini yakaladı Çeçen kızı. Odayı yabancı bir hava sardı. Sesler kalabalıklaştı. Hafif bir anason kokusu sızdı burun kanatlarından. Çatalların tabaklarla bir oluşlarını duydu. Bir sürü erkek sesi birbirine karıştı. Dinledi, dinledi.

Hiçbir şey anlayamıyordu. Birden cesaret bulup gözlerini araladı. Eski bir İstanbul meyhanesindeydi. Merak içinde çevresini süzmeye başladı. Kimi genç, kimi yaşı kemale ermiş birçok adam hasır taburelere oturmuş sohbet ediyorlardı. Hepsi de şık giyimliydi. İstanbul’un ortasında moda haftası düzenleniyordu sanki. Gelgelelim, istisnasız her biri düşünceliydi. Üstlerinin başlarının dikkat çekiciliğini bilmez, dahası umursamaz görünüyorlardı. Büyük büyük konulardan bahsediyorlardı besbelli çünkü çoğunun başları ellerinin arasındaydı. Dizlerin üzerindeki parmaklar gergin, bardakların sırtındakiler tedirgindi. Bazen işaret parmakları çatalı ağır ağır çevirmeye yarıyordu boşlukta, bazen bir kaleme destek oluyorlar, bazen masanın üzerinde minicik adımlar atıyorlardı; tı tık, tı tık. Tüm bunlar yüzünden, meyhanedekilerin söyledikleri her kelime dünyayı yeniden yaratıyor gibi hissetti.

Biraz daha cesaretlenince küçük adımlarla dolaşmaya başladı. Başköşede Tanburi Cemil Bey bağdaş kurmuştu, tanıdı. Yanında Tatyos Efendi ve Şerif Muhiddin oturuyordu. Fakat bu inanılmazdı. Cemil Bey, Şedaraban çalmaya başlayınca her şey sustu. Sadece boğaz yakan damlaların sesi ve tanbur. Herkes gibi o da çaresiz, kendini tellerin insafına bıraktı.

Peki ya babası? İşte o da hemen şu masadaydı. En öndeki masada, taburede oturuyordu işte. Cemil Bey’ in dizinin dibinde. Yıllarca arzuladığı yerde. Gencecik henüz, en fazla on altı on yedi. Mutluluktan aklı çıktı çıkacak. Dedesini gördü sonra. Çakı gibi bir adam. Dimdik o zaman sırtı. Kamburundan eser yok. Rakı bardağını usul usul önüne sürüyordu oğlunun güya fark etmeksizin. Dedesinin bakışları öyle güçlüydü ki, ateş gibi, şişeyi yakıyordu. Babası, dedesi, Şerif Muhiddin. Anladı ki geldiği yer zamandan münezzehtir. Babasına seslendi. Dedesine seslendi. Kimseye duyuramadı sesini. Pür dikkat müziği dinliyorlardı. Bağırıp çağırmaya başladı; daha şiddetli, daha şiddetli, önlerine geçti, masalara çıktı, daha şiddetli. Bağırıp çağırıyordu. Bir kişi olsun dönüp bakmadı suratına. Hepsi de kimsenin bilmediği sırlara vakıf gibiydi. İlgilenmiyorlardı yabancı bir deliyle. Cemil Bey, meyhandekilerin ruhlarını toplayıp peşi sıra arşa dolaşmaya çıkarmıştı sanki. Çırpınmayı bıraktı. Notaların gücü ağır bastı. Yoksa görünmez miydi? Görünmez olsa da burada kalabilmenin bir yolunu bulmalıydı. Bu kesindi. Şedaraban bitti.

Ya burada sıkışıp kalırsa? Müzik karın doyurur mu? Ya bir yere gidemezse ve yalnızlığa mahkûm olursa bir ömür? Burası çok güzel güzel olmasına tamam da görünmez olarak bir ömür nasıl geçer? Bir şekilde burada olduğunu göstermesi gerekliydi. Aklı olan biteni anlamasına yetmiyordu. Burada akla ihtiyacı olmadığını henüz bilmiyordu. Kapıdan gür bıyıklı bir adam girdi. Biraz aceleci. Omzuna çarptı. Gülümseyerek ellerini açtı çarpınca. Onu gördü. Diğerleri de bağırıp çağırmalarını, oradan oraya atlayıp durmasını gördüler mi yoksa? Utanıyor. Yaptığı saygısızlığı düşündükçe küçülüyor. Gür bıyıklı adam Ahmet Rasim. Fesini çıkarıp masalara selam vererek Vasilaki’nin yanına oturdu. Vasilaki bir şeyler fısıldadı kulağına. Ona bakıp gülüyor Ahmet Rasim. Kesin anlattı olanları. Çıkıp gitmeli hemen buradan, kendini yeterince küçük düşürdü hem de babasının ve dedesinin önünde. Çıkış kapısını arıyor. Nereden girmişti bu adam? Elinde lavtasıyla başka bir adam çıkıveriyor karşısına. Nereden giriyorlar bunlar içeri, nereden? Adam yanına gelip durdu. Gözlerinin içine bakıyor. “Kimsin sen? Beni görüyor musun?” Adam gülümsüyor. Bir dakika bir dakika, buradaki herkesi istisnasız tanıyordu. Bir bir, ismen saymadı mı buraya girince hepsini? Saydı. Lavtacı Andon olmalıydı bu. Rezil etti kendini rezil. Çıkış kapısını bulmalı ne yapıp edip ama nafile.

Arkalardaki boş masalardan birine oturdu. Masanın üstünde bir bardak var, mezeler donatılı. Doldurdu buz gibi rakıyı. İçti bir yudum. Şerif Muhiddin, Lavtacı Andon’u görür görmez saygıyla eğilip çekildi. Cemil Bey tanburunu elinden bırakıp geriye yaslandı. Andon kendine açılan yere geçti, hiç acelesiz. Çalmaya başladı.

Akıp giden bir zaman değil bu. Duvarlarda saat yok. Ceplerden kösteklilerin zincirleri de sarkmıyor. Bitecek bir hal değil bu. Anlamasına ihtiyaç yok. Anlamaya başlıyor. Alıştıkça, masadakiler birer ikişer dönüp selam veriyorlar. İçiyor. Bu tadın kendi dünyasına ait olmadığı bariz. Acele etmiyor. Kokluyor doya doya, yudumluyor. Babası masaların arasından koşturarak çıkıveriyor dışarı. Üstelik çıkış kapısını bulmakta hiç zorlanmadan. Yanılmıyorsa eğer, babası çıkarken ona göz kırpıp gülümsedi. Ona öyle gelmiş olmasın? Babasıyla konuşmadan buradan gitmeye niyeti yok. Yer yarılsa babasına sarılmadan geri dönmek yok. Takılıyor peşine. 

Dışarıda şimdi. Gece önüne açıldı. Sıra sıra ahşap evler. Büyük yangından önce. Cılız ışıklar. Kokusu tertemiz İstanbul’un. Bakındı. Kimseleri göremedi. Evlerden sesler taşıyordu sokağa, kimi neşeli. Penceresinden başını uzatan bir kişi olsun yok. Hiçbir yer tanıdık değil, yine de yabancı hissetmiyor. Nereye kayboldu kim bilir babası? Gencecik çocuk, yetişmesine imkân yok. Denemekten başka şansı var mı? Rastgele koşmaya başladı. Sokaklara dalıp çıkıyor. Ağzı kuruyor. Kuruyor kafasında. Nereye gitti bu? Bir ses yankılandı. “Ahh Ayşe’m ahh!” Sert bir ses bu. Korkutucu. Tüyleri diken diken eden cinsten. Göz göze geliyorlar. Karşısındaki adam; yumurta topuklu kösele ayakkabısı, yeleği, bıyığı, düpedüz külhanbeyi. Üsküdarlı Ardaş bu! “Allah’ım sen affet! Allah’ım sen affet!” diye yalvarmaya başlıyor hem de dik dik ona bakarak. “Ayşe’m beni almaya geldiler!” diye bağırıyor ardından. Üstüne başına baktı. Adamın hakkı var. Üzerinde ilkokul müsameresinde giydiği pamuk prenses kostümü var. Kendini tutamayıp gülüyor. Bir nara atıyor Ardaş “Heeeyyt ben cinden periden korkacak adam mıyım?” deyip üstüne yürüyor. Kaç. Kaç. Kaç. Yeterince uzaklaştığına karar verene dek koşuyor. Soluk soluğa. Bir evin ışık almayan kuytusuna sığınıyor. Gözden ırak durması gerek. Burada insanlar tahmin edilemez şeyler yapıyorlar. Herkes meyhanedeki kadar kadirşinas değil belli ki.

Kaybetti babasını. Morali bozuluyor. Hayır, vazgeçmemeli. Babası onu böyle yetiştirmedi ki. En azından bir kerecik olsun babasının kızı olacak, kararlı. Pencerelerin altından eğilerek başlıyor yürümeye. Çocuk sesleri geliyor evin birinden. Durup dinliyor. Tıkırtılar geliyor. Bir de çocuk sesleri. Sesler giderek yaklaşıyor. Demek evin içinden değilmiş. Çatıda bir karartı var. Çatıdalar. Çatıda iki maymun var. Çocuk gibi sesler çıkarıyorlar. Kiremitleri kıra kıra ilerliyorlar. Arkalarından bir patırtı. Otuz maymun, kırk tane, belki yüz maymun geçiyor çatılardan. Kiremitler düşüyor sokağa. Çığlık çığlığa koşuyorlar. Pencerelerde kimsecikler yok. Çevrede olan bitene karşı tepkisizlik ta bu zamanlardan genetik mirasımız olmalı. Belki de korkuyorlardır yahu. Kendi de korkmadı mı? Korktu. Külhanbeyinden duyduğu korku maymun çetesinin yanında hiç etmez. Bu çeteleşme yüzünden mi idam edilmişlerdi? Hayır. Çatılarda gezip kiremitleri kırdıkları için miydi yoksa? Hatırladı. Kadınların, maymunlardan cinsi münasebetler için faydalandığını söyleyen birkaç yobaz yüzündendi. Uzaklaşıyorlar. Sessizlik geri geliyor. Yalnız gece var şimdi, bir de sessizlik. Ne musikişinaslar ne külhanbeyleri ne sarhoşlar ne maymun çetesi. Gerçeklik algısı tamamen kaybolmuş durumda. Sendeliyor. Kendi kendine telkin ediyor; “Burada zaman iç içe geçti, unutma.” Ayaklarının zamanı umursadığı yok. Merak ediyorlar yalnızca. Ona fikrini sormadan marş marş. Maymunların izini sürüyorlar.

Zifiri karanlık. Ayakları şişti. Tek bir evin cumbasından ışık sızıyordu. Bir gaz lambası; ince belli, geniş kalçalı, kızıl. Yaklaştı. Cumbada bir karartı bir şeyler yazıp duruyor. Evin kapısı açık. Tereddüt etmeden girdi içeri. Merdivenleri çıkıyor doğruca. Başını aydınlık odanın kapısından uzatıyor. Şık giyimli adamlardan bir başkası. Önünde kaplumbağa kabuğundan yapılma bir okka takımı. Ha babam yazıyor. Bastığı ahşap zemin dile gelip kendi dilinde konuşuyor, “Yoruldum. Diğerinin üstüne geç.” Adamın kalemi havada kalıyor. Başını hafifçe sağa çeviriyor. Pek ilgilenmeden işine dönüyor ama anladı. Arkasında biri olduğunu anladı. Ya çekmeceden bir Takarof çıkarıp patlatıverirse kurşunu suratına? Takarof olmaz o çok sonraki yılların belası. Belki Luger olabilir, eğer yıllar yeteri kadar karışmışsa. Adam önündeki kağıda bakıyor. Yazıyor. Varlığını pek dert etmişe benzemiyor. Bir çocuk sesi. Telaşla, sesin geldiği yere baktı. Salon kocaman şimdi. Az önceki maymunların hepsi uslu uslu oturmuş adamı izliyorlar. Adam okkasının yeşil renkli kapağını kapatıp ayağa kalktı. Eliyle maymunların önünü işaret ediyor. “Otur.” Kendisi de pantolonunun kırışmamasına ihtimam göstererek bağdaş kuruyor, alışkın. İtaat ediyor adama. Yanına oturuyor diz kırıp. Maymunlara dönükler, diz dizeler. Adam anlatmaya başlıyor. Tanımadığı bir dil. Meyhanede duyduğuyla aynı. Maymunlar heyecanlanıyorlar, ellerini şaklatıyorlar. Hepsi de keyifli. Eski Türkçe değil bu. Öyle olsa anlardı az buçuk. Başka bir şey bu, başka bir tınısı var sesinin. Bu kadar maymun bu eve nasıl sığdı? Adam anlattığı şeyi bıraktı. Şaşkın. Kıza dönüyor. “Bir tanbura bunca hayat nasıl sığdıysa öyle küçüğüm.” Babası bu adam; en sevdiği fotoğrafındaki yaşında, en sevdiği giysileri üstünde, en sevdiği ses tonu, en sevdiği bakışı. Ağlamaya başlıyor. “Seni ben mi yarattım?” diyor, “Bu bir düş mü?” “Üzülme küçüğüm.” diyor babası “Senle ben burada aynı histen mürekkebiz. Hiçbir önem arz etmeyiz; ha düşmüşüz, ha düşteyiz.” Bu cevap ona yetmiyor. Babası gerçek. Aksini kimse kanıtlayamaz. Sarılıyor. Gerçek. Gerçek işte, bayağı kanlı canlı. Hissediyor. Kokusuna biraz kanınca içi soruyor babasına, maymunlara ne anlattığını.

 “İnsanların anlayamayacakları şeyler küçüğüm. Veda ziyareti bu. Son görüşmemiz.” diyor babası.

“Nereye gidiyorlar?”

“İdam edilecekler küçüğüm.”

“Gerçek demek.”

“Gerçek ya.”

“Onlara yardım edemez miyiz? Neden kaçmıyorlar?”

“Olanları değiştiremeyiz de ondan.”

Derken cumbadan içeri sızmaya başlayan bir ışık. Çeçen kızı geliyor cumbadan. Ellerini uzatıyor. “Burada kalabilir miyim baba? Ne olur. Burada kalabilir miyim?” Babası kalktı. Gözlerinin içi gülüyor. Üstü toz içinde. Üfledi. Kağıdı kızına uzattı. Gözünün görebildiği her yer şimdi altın rengi ışıkla kaplandı.

Kucağında babasının tanburu, önünde Tanburi Cemil Bey’in Rehber-i Musiki’si. Öbür yanında onlarca sayfa, üzerlerinde yeşil mürekkeple yazılı yüzlerce nota. Yanı başında kaplumbağa kabuğundan yapılma okka ve divit. Hiç bilmediği en güzel melodiler uçuşuyor üstünden. Avucunda sımsıkı tuttuğu bir kağıt var. Üstünde incecik el yazısı. Kağıdın sağ altında babasının adı soyadı. Bu, dünyanın en güzel istifa dilekçesi.

Loading

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
Emre Aran. 1993 yılında Tekirdağ'da doğdum. Marmara Üniversitesi'nde sinema eğitimi aldım. Kurgu, ürün fotoğrafçılığı, klip yönetmenliği gibi farklı alanlarda çalıştım. Senaryo, öykü ve şiir yazıyorum.
Yazı oluşturuldu 2

Bir yanıt yazın

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön