Bu yıl pastırma sıcakları uzadı galiba. Hala güneşin tatlı etkisindeyiz. Aylak aylak parklarda geziyorum. Diyarbakır’dan hastane raporumu alamadan İstanbul’a gitmemi, Kasım‘ı İstanbul’da geçirmemi, onlardan haber alana kadar şehrin tadını çıkarmamı tavsiye eden bir bilgi ulaştı.
Üniversiteyi Beyazıt’ta dolu dolu halkı içime sindirerek, çevredeki esnafla iyi ilişkilerle bitirdim. Örgütle ilişkim, aracıların onayını almam, Kandil‘e ulaşmam neredeyse birkaç ayımı aldı. Cıvıl cıvıl doğa, ıtırlı otların kokusu, her saniyesi heyecanlarla dolu gerillacılık oyunları dağlara sevdamı arttırırken, ruhumu da sağaltıyordu. Uzun yürüyüşlerde takımın birbirine güveni, güvensizliği en önemli kişisel konularımızdı.
Yıllar sonra, İstanbul yeşil dağların güzellikleri üstüne daha bir katmerleşmiş güzellikte geldi gözüme. Öğrencilik zamanlarımda tüm İstanbul’u neredeyse bir kaç haftada baştanbaşa gezer, hiç ama hiç yorulmazdım. Nedendir anlayamadım son günlerde Kandilden keşif gezileri için yaptığımız yolculuklarda tüm arkadaşlarımı olur olmaz yerlerde mola verdirmek zorunda kaldım. Hatta bazıları tüm ekibi tehlikeye attığımı düşünerek duyulur biçimde homurdanıyorlardı. Sorumlu liderimin Diyarbakır’a gönderme, bizimle bağlantılı doktor arkadaşa muayene önerisini içimdeki yorgunluğu bir an önce atmak umuduyla sevinçle kabul ettim. Ne şanslıyım ki Doktor iki üç aylık bir hava değişimi önerisi verdi.
Bol yıldızlı dağ gecelerinde, kendi başıma kaldığım anlarda, Beyoğlu her gecem de her günüm de nedendir bilmem ama burnumda tüten tek yerdi. Karanlık, neyi beklediğimi bilmediğim gece nöbetlerimde, anılarımda ışıklı sokaklarına teker teker girer çıkardım. En çokta çocukluğumun 1 Mayıs‘ında amcamı kaybettiğim Taksim, gözümün önünden bir dakika gitmez, burnumu titreten anılar gözlerimin önünde canlanırdı.
İstiklal’den başlayan özlem ziyaretlerimi sırasıyla Boğazı, Adaları, Anadolu Kavağı, Bebeği, Emirganı adım adım yürüyerek bitirdim. İlk kez örgütten kaptığım bu üç aylık tatili doya doya Cihangir Tünel arası özlediğim kitapçı dükkanlarına gire çıka geçiriyorum. Öğrenci iken buluşma noktalarımızdan biri The Marmara Oteli akşamüzeri güneşi batırma mekânımdı. Kasım ayını neredeyse her gün akşamüzerlerini meydana bakan terasında çayımı yudumlayarak geçirdim. Kapalı havalarda içerde oturduğum bir gün yan masa da öğrenciliğimden tanıdığım adını anımsayamadığım biriyle göz göze gelince selamlaştık.
İkinci üçüncü derken hep aynı masaya oturan bu kişinin ‘’Onat Kutlar’’ olduğunu öğrenmemle öğrencilik yıllarıma kısa bir yolculuğa çıkıyorum. Uygun bir gün de kendisiyle kısaca laflıyoruz. Sinemaya katkısını , Sinematekteki başarısını kutlayarak gelecek günlerdeki selamlaşmalarımıza anlam yüklemeye çalışıyorum.
İstanbul zor, ama eğlenceli bir şehir. Kısacık bir tatille hemen uyum sağladım. Aralık başı gibi ‘’The Marmara, akşamüzeri canlı ‘’ yazılı bir direktif aldım. Açıkçası ne yazdığını anlamış değilim.
Kısa bir süre sonra beklenen emir açık açık ulaştı. ‘’Düzenek ulaşacak, gerekli ön çalışmalar da bulun. Oligarşiye en keskin yanıtı vereceksin. Adın şanlı mücadele tarihimize yıldızlı harflerle yazılacak. Unutulmayacaksın. Yolun açık olsun yoldaş’’
Bu akşam tek tek tüm müşterilerinin gözüne bakıyorum. Hiçbir şeyden haberleri yok. Sadece şanslı iseler o an bu mekâna yakın olmazlar. Kendim için de korkuyorum. Tanımadığım birkaç askeri kurşunlarımla öldürmüş olabilirim. Birkaç kez içimizdeki casusların infazında bulundum. Bir zaman önce gülen yüzleriyle sohbet ettiğimiz gençlerin, kanıtı olmayan suçlamalar sonucu yaşamlarına son verişim geceleri kâbuslarımdı. Son mesaj biraz açıktı. Keşke direkt şu tatili yapmadan yapsaydım. İnsanlarla konuştukça, kendi içimde yaşam ve ölüm sorgulamalarım, yapacağım görevi nasıl yapacağımı düşündürüyor. Kararsızım. Şimdi anlıyorum kampa kedisiyle gelen kızı liderin neden azarladığını, gözümüzün önünde ilk infazını en sevdiği kedisine yapan kızın ileri de nasıl kahramanlıklar gösterdiğini anımsıyorum.
Hemen insani duyguları, göz göze gelmeleri, selamlaşmaları bırakmayı emrediyorum kendi kendime. Gerilla da insani duygular oluştuğunda gevşer, işe yaramaz olur. Babamla ölmeden önce köyde yaşadıklarımız aklıma geliyor. Jandarma baskınında babamın sol bacağından ayrılmadan tüm odaları gezişimiz, Türkçe konuşamayan babaanneme sorduğu sorulara hep babamın cevap verişine sinirlenen jandarmanın dipçikle yaşlı kadının suratına vuruşu, gözümün önünden hiç gitmiyor. Babamın Diyarbakır Cezaevindeki vahşi yaklaşımlara maruz kalma hikâyeleri, dinleyen de yürek bırakmazdı. Mecburi uygun adım marşlarla İstiklal Marşı söyletme metazorileri, sık sık sabah uykularından ter içinde fırlamalarına neden olurdu zavallı babamın. Patlamış rögarın, koridoru kaplamış pislikleri üzerinde asker sürünmesi yapmalarını anlatırken insanlığından, bu coğrafyada doğduğundan utandığını söylerdi.
Her şey bi yana mücadele bi yana. Akşamüzeri son gözlemlerimi, eylem öncesi başarısızlığa uğramamam için nasıl doğal davranmam gerektiği planlamalarımı yapıyorum. Yazarın garsonla konuşmalarına doğal olarak kulak misafiri oluyorum. ‘’Yarın bu saatlerde eşimle burada olacağız, güzel bir pasta hazırlamanızı, on beşinci evlilik yıldönümümüzü sürpriz bir olayla başlatmak istiyorum’’ diyor. Eyvah yarın beklenen saatten bahsediyor. Eylemi mi bir gün geciktirsem mi? Yok canım her şey akışında olmalı. Bir günlük kararsızlık kafa karışıklığı yaratabilir, eylem suya düşebilir. Kimler kimler ölmedi ki? Ben de onlarla birlikte öleceğim nasıl olsa, üzülmeme gerek yok.
Büyük gün geldi, sabah en güzel kahvaltıcıda kahvaltımı yaptım. Son yemeğimi de güzel bir kebapçının bahçedeki masasında en sevdiğim kebapları tıka basa, ağır, sakin sakin yedim. Evde düzeneğimi takıp otelin yolunu tuttum. Karanlık güneşsiz iç sıkan bir gün, yağmur yağdı yağacak. Oteldeki yerime geçiyorum. Zamanın tadına varmak, zamanı biraz daha uzatmak amacıyla garsona türk kahvesi siparişimi veriyorum. Yapacak bir şey yok, yazarla göz göze geliyoruz, konuşmadan baş selamı veriyorum. Gözlerinde ışıl ışıl aşk pırıltıları. Önündeki deftere anılarını mı, senaryolarını mı yoksa gazete yazılarını mı ne yazıyor? Ara ara kalemden elini ayırıp sigarası ve kahvesiyle ortamı gözleyerek ilham bekliyor. Gözü kapıda.
Kahvemden son yudumu ağır ağır alıyorum. Elim düzenekte. Son saniyelerin saatler kadar uzamasını umuyorum. Çevremdeki tüm hareketler slow motıon. Birazdan burası şiddetli sarsıntı, kargaşa, bağırış çağırışlarla dolacak. Yerlerde çaresiz yaralılar yardım inlemeleriyle, ölenlerin son titremeleriyle, polis sirenleri ve ambulans düdükleriyle savaş yerini aratmayacak. Son yudumu çaresiz uzatıyorum, uzatıyorum, ağzımdakini yutasım gelmiyor. Son yudumun midemde, zihnimde yarattığı huzurun saniyesini kaçırmaksızın gözümü kapattım, üçe kadar saydım ve son hareketim sağ başparmağımın butona basışıydı.
Ümit Ahmet Duman