GÖLDEKİLERİ GÖRSELER/Esra Sönmez

Bilmem ilk ne zaman gittim o gölün kıyısına, ilk ne zaman başladım katlanabilir sandalyemi açıp oturmaya, orada öyle saatlerce durup manzarayı seyretmeye, arada bir de derin derin iç geçirip taze oksijenle yüreğimdeki yangını körüklemeye? Gelen yokken giden yokken sadece göl ve ben olurduk. Arada bir de gölgesini suya düşüren kuşlar ve gölgelerini bana düşüren kamışlar…  Bizden başka kimse yok. Etrafımda renk çok ama çıt bile yok. Böcekler gitmiş, cafcaflı öğlen sıcağı inmiş, o saatlerde cırcırlar da dilsiz. Kabartma kulaklarını boşuna, işitemezsin. Sakinlik güzeldir ve uğuldamaz beynin. Bu gol işte emekliliğimden bu yana; yana yana aradığım yerim, adeta evim.
Öyle bir yer işte, her gün giderim. O gün de sandalyemde oturmuş yalnızlığımın tadını çıkartırken dimdik karşımı, gölün diğer ucunu seyrediyordum. Fark etmemişim. Bu mevsimde üstü kabanlı kafası şapkalı bir adam gelmiş, benim gibi sandalyesine ilişmiş, yanına kovasını eline oltasını almış oturuyor. Evet evet, yanımda, iki adım ötemde. Söyleniyorum içimden, yahu koskoca göl oturacak başka yer mi yok? Ağzıma kadar geldin. Kaldırsan oltanı mazallah, taksan gözüme. İçim bir fena oldu. Kimseye de güvenilmiyor ki. Oturdugum yerden yana doğru kaykıldım biraz. Minnacık uzaklaştım adamdan.
Başını çevirip bakmadı bile. Yanıma gelen, dibime kurulan, sanki o kocaman oltasıyla balıkları değil de beni avlayacak gibi duran kendisi değil efendim.Dönüp yüzümüze bakmıyor bile. Bu nasıl iş bilemedim. İçimden epey bir söylendikten sonra ağzımı yüzümü keyifsizliğimi belli edecek ölçüde de eğip büktüm ve yine çevirdim
bakışlarımı gölün karşısına. Kaç gündür buralara gelir giderim, hiç böyle bir şey görmedim.
Teesüf ederim efendim.

Benim küçük torun olsa derdi;
“Pardon beyefendi, biraz yana kayabilir misiniz acaba?”
Ben diyemiyorum işte. Kalkıp gidesim de yok, zaten bir keyfim var, diye geçirmiştim ki tam içimden, o sırada adam, elinde vıcır vıcır bir kurtçuk, geçirmesin mi kancayı tam ortasından? Hayvanın resmen içi fışkırdı içi. İçim kalktı, zor tuttum midemi.
Bu ne pis  görüntü, ne pis kokudur yarabbi!
O sırada ben ağzıma götürmemek için zor tutarken elimi, adam gözlerini kaldırıp bana dikti. Dayanamadım tabii, sordum gitti.
“Kardeş bunların kuru olması gerekmiyor mu?”
Yok canım, dedi bilmiş bilmiş. Onlar kuruya gelir miymiş hiç? Onlara yeni yemiş gerekirmiş.
Bak bak, diye söylendim mırıl mırıl. Ay valla zaten hâlâ kovada bir sürü kurtçuk kıpır kıpır. Ben hala ayıramadığım gözlerimle kurtçukların Kıvır kıvır hareketlerine bakarken, adam oltasını salladı, suyun dibine batırdı. Sonra döndü yarım kalan lafını tamamladı.
“Buraya gelen giden çok olmuyor heralde.”
Olmaz, dedim homurdanarak. Sen de olmasaydın hoş olurdu. Bir de bir meraklı ki sormayın.  Daha demedim ama bakın simdi neler sordu:
“Sen ne yapıyorsun burada amca, geleli çok oldu mu?”
Amca dedi resmen, yaşıtız biz yahu.
“İyi yaptın iyi yaptın otur. Ama öğlen saati çok sıcak olur diyeyim sana.İkindi vakti gel bana kalırsa. Hem serin mis gibi hem de şöyle gölün etrafında atarsön bir tur spor niyetine, benden naçizane. Şimdi sizin yaşınızdakiler çok dikkat ediyorlar böyle şeylere. Spordur, sağlıklı beslenmedir falan. Sahi sende tansiyon, şeker, kalp var mı amca aileden kalan? Yoktur inşallah. Onlarla uğraşmak da zor. Ah ah, hayat insanı çok yoruyor.”
Epeyce bir süre konuştu, yakındı, ahladı, pufladı. Korktum bir an susmayacak sandım. Neyseki düşen çenesini bir muďdet kapattı. O anda da ben başladım düşünmeye.
Akıl veriyordu bir de mübarek. Şöyle bilmiş bilmiş konuşması var ya, resmen sen hiçbir şey bilmiyorsun, demek. Bir de o, yerden kaldırdığı çenesini yine düşürdüyse demek…
“Ne diyordum? Hah, çok sıcak amca öğlen gelme. Şapka takıver ya da.Aman aman sıcak falan geçer mazallah  bayılır kalırsın buralarda.  Tansiyonun var mıydı amca? İyi madem ilaçlarını da aksatma. Yürüyüş yap dediysem kendini çok hırpalama amca. Yoruluyorsun demek, anladım. En iyisini yapmışsın zaten, boşver otur sen. Hem  bak  doğa mis gibi, değil mi? Çek nefesini
içine benim gibi. Çek çek. Aldın di mi? Hava nasıl da mis gibi.”
Valla o zaman ne sabırlı adammışım ben! Sen gel önce huzurumu kaçır, sonra tepemde saatlerce vır vır vır. Şeytan diyor dön şöyle, ağzına geleni saydır.
Saydıramadım.
Önce sıcak çarpar, dediği an onun üzerindekilere, sonra da kendiminkilere bakakaldım. O an birazcık acıdım adama. Deliydi besbelli. Üşenmese kaşkol giyecekmiş de son anda vazgeçmiş gibi duran kıyafetleriyle gelmiş sıcak, diyor. Çarpar, diyor. Vah vah çektim içimden. Gariban, seni çarpmış çatpan. Ama ona öyle demedim tabii.
Tabii, dedim. Olur, dedim. Takarım bir şapka dedim. Seninki çok güzelmiş nereden aldın diyecektim. Son anda fark ettim. Sustum. Kaptırmış gitmişim. Üzerine çok varmadım. Sonuçta ölenle ölü, deliyle deli olunmaz. Sonra şöyle birkaç kez kıpırdandım yerimde. Nihayetinde sohbetimiz bitmiş placak ki, bir suskunluk sardı bizimkini. Sonra oltası çekildi, ip gerildi, su serpildi derken, yakaladım, diye bağırmasın mı? Yerimden sıçradım. Aklım çıktı aklim! Kalbim bir an durdu yeniden işledi sandım. Bir de kalbin var mı, diye sormuştu. Sayesinde az kalsın o da elimden gidiyordu. Oysa o hiç otalı olmadı, oltasını sarım sarım sakin sakin, sessiz sessiz sardı. İp yükseldi, yükseldi suyun üzerinde bir adet.. Bir afet neydi o? Valla ilk bakışta ben dr anlamadım. Eh gözlüğümü de almamışım malum.  Ne yapayım?
Eğildim biraz öne, gözlerimi kıstım, bakıyorum oltanın ucuna.  Balık değildi ama, emindim o kadarına. Şöyle salkım salkım sallandı biraz havada,
sular saçıldı hep etrafımıza. Sonradan fark ettim ki oltanın ucundaki bir duvar saatiydi. Şaştım kaldım. Bizimkinin yüzü bir mutlu bir mesut anlatamam. Ne yakaladığının farkında mı acaba, diye geçirdim içimden.  Değildi besbelli. Saati alıp su dolu kovanın içine atıverdi. Göz göze geldik.
“Günün ilk avı, bereketli olsun” dedi.
Anlamaya çalışarak, ıkınıp sıkınarak dedim:
“Bereketli olsun”


Sonraki yirmi dakika içinde  sırasıyla isli bir tencere, kırık bir çerçeve, patlak bir top, parlak bir bilezik, tahta bir beşik, patlak bir top daha, kara bir kazak, dişleri eksik tarak, camı çatlak gözlük ve sırılsıklam bir sözlük su dolu kovanın içinde yerlerini aldılar. Şu güzelim gölün dibinde bu kadar çöpün varlığına mı üzüleyim bizimkinin haline mi bilemedim. Onlar balık değil kardeşim onlar çer çöp, diyemedim.
Hayretle karışık hüzünlü gözlerle kovadakilere bakarken, bizimkinin pnları kuyruklarını bir o yana bir bu yana sallayarak çırpınıp duran, parıltılı bedenlerindeki solungaçlarını derin derin açıp kapayan balıklar olarak gördüğünü hayal ettim. İçim gitti. Bu sefer harbi harbi üzüldüm bizimkinin haline. O da bunu fark etmiş olacak ki niye üzülüyorsun amca, diye sordu tebessüm ederek. “,Kurtulduk işte. Akşam ağız tadıyla bir yemek yeriz artık.”
Bu sefer amca demesine takılmadım bile. Oltasına takılanlara takıldım. Kovanın içindeki bir sürü ıvır zıvır ne varsa ne olarak görüyordu kim nilir? Levrek, çupra belki de hamsidir? Eve dönmeden su garibana bir kilo balık alıp vereyim şu çöpleri de çöpe boşaltırım, hiç olmazsa göl temizlendi diye düşünüyordum. Düşüncelerim bizimkinin söze girmesiyle kesildi.
“Kaç gündür boğazımdan lokma geçmiyordu amca. Sofraya oturuyorum boş boş bakınıp duruyorum önüme. Kalkıp elime yüzüme su vurayım, diyerek banyoya gidiyorum. Aynı. Boş boş dikiliyorum yüzüme bile görmediğim bulanık aynanın önünde. Ne zamandır bana, zaman mekân, tabak çanak, tas tarak hep boş. Bomboş. Dışarı çıkıp bir işin ucundan tutayım, diyorum amca. Biliyorsun iş de yok. Of çok  da sıcak oldu çıkarayım şunu.” Diyerek kabanını çıkardı. Sonra benim ayağımdaki sandaletlere, bacağımdaki kapriye bakıp iç geçirdi. Yine üzüldüm. İmkânı yoktu belli ki. Tabii herkesin yazlığı ayrı kışlığı ayrı değil ki! Ben de geldi geleli demediğimi bırakmadım adama.
“Nr güzel amca sandaletlerin,” dedi. Mahçupça gülümsemekle  yetindim.
Hah şöyle, diye neşelendi o da kabanı sandalyenin sırtına asarken.
“Bak babam da bana almıştı bunlardan bir tane. Tokaları parlak, ortopedik. Baya bir zaman önceydi ama çok net hatırlarım hâlâ.Sonra bir gün abim kıskançlığına sandaletlerime, benimkinden üç numara büyük ayaklarını sokunca yırttı tabii.
Akşamına onun yüzünden bir güzel azar işitip üzerine de temiz bir dayak yedik. Yetişkinleri anlamam, böyle yapacaklarsa hiç almasınlar daha iyi.Sahi çıkmadı mı gölden sandalet? Allah Allah. Tutamadım herhalde.” diyerek içi kap kacakla dolu kovayı kurcalamaya başladı. O an adamın amacının ne olduğunu
anlamasam da oltasına takılanları balık olarak görmediğini, dolayısıyla da deli olmadığını anladım. Şaşkındım. Ne sandaleti, diye soruvermişim farkında olmadan. Oysa o gayet normalmiş gibi yanıtladı.
“Sandalet iste amcacığım, anlattım ya. Babamın aldığı hani.”
Ah amca demesi yetmiyormuş gibi simdi de amcacığım demesin mi?
Madem deli ve gariban değilsin be adam, derdin ne o zaman?! Yüzümde değişen, seyiren, gerilen kaslara aldırmadan aynı hayret ve sakinlikte devam ederken o, ben yine hafiften yana doğru kaykıldım. Minnacık daha uzaklaştım adamdan. O ise elini daldırdığı su dolu kovanın içindeki tencereyi, albümü, patlamış topları sağa sola iteklerken halâ kendi kendine konuşup duruyordu.  Nihayet aradığını bulmuş olacak ki, sevinerek çıkarttı elini. İlk avı olan duvar saatini gözüme gözüme sokarak, bak mesela bu amca, diye girdi söze.
“Bu saat durmadan, bıkmadan, usanmadan, aralıksız, pili bitmeksizin, susmaksızın
sürekli ‘ tik tak tik tak’ sesler çıkarttığı için gecenin bir körü yatak odasındaki yatağından hışımla kalkıp, salona koşan babamın dizlerine vurula vurula parçalandı. Salonun bir köşesine büzüşmüş, okuduğu kitabın üzerinden korku dolu gözlerle manzarayı seyreden yedi yaşındaki benim gözlerimim önünde.  Yetişkinleri anlamam. Kendileri buldozer gibi gürültü yaparken, artlarındaki sinekleron gülüşme seslerinden rahatsız olurlar.
Bir de şu var,” dedi ve elindeki saati kovadan çıkarttığı tencereyle değiştirip yine gözüme gözüme sokarken devam etti.
“Ya sekiz ya dokuz yaşındaydım annemin evde olmadığı bir gün kalk yemek yap yiyelim, dedi babam. Bir tek makarna bilirim, ona bile şükür gerçi. O yaşta çocuk ne anlar yemek yapmaktan? Anlayamamışım ben de. Yakmışım bütün makarnayı ödeve dalınca.”
Buradaki acı gülüşünü hiç unutmam.
” …Yanık kokusuna koştuk ikimizde mutfağa. Sonra bir şeyler oldu tam anımsamıyorum annem elimi zeytinyağıyla ıslattığı bir bezle sarıyordu. Ceza olsun diye tencereye yapıştırmış babam elimi. Neyse ki hatırlamıyorum o anı. Ama sanırım ilk o zaman başladım yetişkinleri anlamamaya. Bir paket makarna için elimi yakan adam, daha sonra iyileşsin diye bir bidon zeytinyağı aldı. En hakikisiymiş. En iyi o iyileştirirmiş. O zaman al sen sür,, demiştim içimden. Çünkü kalplerini kaplamış iltihaplı iğrenç irin için bir hayli ihtiyacınız olmalı. ” Dedi.
Acı gülüşü hâlâ silinmemişti. Telaşla topları da çıkarttı kovadan. Patlak, eziş büzüş, yamuk yumuk plastik toplar…
“Bunlar mesela. Sokakta arkadaşlarla  oynardık eve gel baban dışarıda oynadığını görmesin dayak yersin, dedi eve geldim evde oynadım.  Yine kaçamadım dayaktan.
Hiçbir şey kırmamıştım oysa amca, valla bak. Ama bak şimdi benim oğlanın patlamayan topu var, indikçe şişirip şişirip oynuyoruz evin içinde. “
Kırık bir tebessüm sunuyorum arkadasa. Amca demesine takılıyorum halâ ama anlattıkları çok fena. Aldıramıyor insan amcaya, halaya,anaya; babaya. Neler yapmışlar zaten şuncacık çocuğa.
Deli değilmiş dediydim ama, delirse de yeriymiş yani. Pes hani!
Ama o tek tek, kovadaki her bir eşyayı, ıvırı zıvırı elini daldırıp daldırıp çıkartıp anlattı bana hikâyesini. Tarağın dişlerini annesi saçını tararken kırmış,  arkadaşlarıyla yaptığı ilk dövüşte kırılmış gözlüğünün camı.Beşik mi? Onu  babası kriz anında camdan atmış. Aman Allah, neyse ki içinde yalnızca kundak varmış. Çerçeveydi, pencereydi, camdı, kapıydı,hepsi bir yerlere, birbirlerine, sağlarına sollarına, dizlerine vurula vurula kırılmış. Kimi zaman kendilerine, kimi zaman birbirlerine kızdıkları için ellerine ne geçtiyse, ellerini kesmiş mi, kırmış mı, yakmış mı, acıtmış mı umursamaksızın çarpa çarpa kırmışlar. Şimdi arkadaş hafif hüzünlü ama anlattıkça bir o kadar güçlü devam ediyor sözlerine.
” Hani az evvel sordun ya amca bana bu kurtçukların kuru olması gerekmez mi, diye.
. Sence bu kadar kötü kalpler
kuru kurda gelirler mi? Bunlara çiğ lazım. Kendileri gibi, açtıkları, kapatmadıkları, daima, hep, durmaksızın kanırta kanırta kazıyıp kanattıkları yaralarımızın etrafındaki kurtlar gibi hareketli, barideli, kıpır kıpır olmaları lazım. Bunlar kuruya kanmaz amca. Kurudan anlamaz. O yüzden böyle getirdim, için kalktıysa kusura bakma. Neyse, dediydim kaç gündür boğazımdan lokma geçmiyor. Öyle çok birikmiş ki içimde geçmiş, resmen içime işlemiş. Boğazıma kadar dolmuşum.
Sanki ihtiyacım olmayan bunca anıyı, en yakınlarımın yaptığı haksızlıkları karnımda büyütmüşüm büyütmüşüm, o büyüdükçe uzun kollarını içeriden Boğazıma kadar uzatıp tırnaklarıyla yemek borunu, soluk borumu, boynumu tırmalıyor gibi.
Bir lokma alıyorum çiğniyor çiğniyor yutamıyorum. Lokmalarımı saydıkları günleri anımsıyorum. Kalkıp elimi yüzüme su vurayım diyorum banyo dar geliyor, bırak suyu nefes bile alamıyorum. Öyle işte anlayacağın amca.  Ben de kaptım oltamı geldim işte şu çere şu çöpe bak! Deli bile yapamazdı valla bunlarla. Solardı, dökülürdü yaprak yaprak. Neyse demek şu ki, şu an baya bir rahatım. Bir sandalet kaldı aklımda onun içinde sonra yine gelirim. Sen bir daha  ne zaman geliyorsun amca? Öğlen gelme, öğlen çok sıcak olur. Güneş falan çarpar mazallah. Sonra bayılır kalırsın buralarda. Belki yine karşılaşırız amca. Ben gideyim artık, ileride bir balık pazarı varmış balık için  daha oraya uğrayacağım. Şu çöpleri de alayım, çöpe boşaltacağım. Umarım yine karşılaşırız amca.Hadi kal sağlıcakla.”
İşittiklerimden sonra ne amcasına, ne  balığına, ne pazarına istesem de aldıramam üzerine ben de sandalyemi katlayıp, kolumun altına sıkıştırıp eve döndüm o akşamüzeri vakitte.


Loading

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
Ben Esra Sönmez, 2001 yılında İstanbul'da doğdum ve İstanbul'da yaşamaktayım. Beykoz Üniversitesi Fizyoterapi Önlisans bölümü mezunuyum ve şu anda aktif olarak yazmaktayım.Sıfır Yayınlarına ait Sisli Şehir Anıları ve Zaman Makinesi kolektif kitaplarında ve çeşitli dergilerde yer aldım. Ayrıca Kirpi Edebiyat Dergisi Öykü Yarışması 2. Ödülü aldım.
Yazı oluşturuldu 5

Bir yanıt yazın

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön