Herkesin hayatına sığan birçok Fatma teyze olmuştur. Akraba kademelerinde, yaşadığımız sokaktaki değişik evlerde, gidilen misafirliklerde… Hayatımda yer almış “Fatma teyze” çokluğu aklıma geldi bugün. Ne çok maruz kalmışım ve ne garipmiş her birinin hikâyesi.
O kadar çoklardı ki herhalde o yüzden lakapları vardı. Lakabı olmayan Fatma teyzeye de benim koyduğum benzetme vardı. “Tavşan dudaklı kadın”. Bunu her söylediğimde annem gülümseyerek kızardı. Bu kadın annemin sayısını tam olarak bilmediğim kuzenlerinden biriydi, yaşıtım olan torunuyla bize gelirdi. Ben de onlara gitmeyi severdim. Oyun arkadaşım, şu an adını hatırlamadığım ve yolda görsem tanımayacağım olan torunuyla iyi anlaşırdık. Tavşan dudaklı Fatma teyze sevecendi. Dudakları normalden biraz daha dolgun biçimli olduğu için dikkat çekiciydi benim için. Tavşan dudaklı dememin tek sebebi buydu. Çayı bir buçuk bardak içişimi çok severdi. Diğer gittiğim yerlerdeki gibi iki bardak değil, hep bir buçuk bardak koyardı.
Mahallenin ilk asansörlü apartmanı köşe başına yapıldığında çocuklar olarak hepimizi heyecan sarmıştı. Belki de en çok beni. Yer sahibi olan Kulalı Fatma teyzeler artık benim gözümde zengin insanlar olmuşlardı. Asansörlü bir evleri vardı. Onlara gitmeyi hep isterdim. Gerçi gitmeye gerek olmadan da asansörle oynamak için kapının açık olup olmadığını hep kontrol ederdik. Bozulmasından korksak da bir yukarı bir aşağı yaşadığımız o adrenalin bağımlılık yapıcıydı. Ne çok azar işittim ve yakalanıp kaçtım bu yüzden.
Yakalasa da sakince kızardı Kulalı Fatma teyze, pamuk gibi bir insandı. Beyaz tenli, hafif tombik, orta boylu bir kadındı. Balkonuna oturtup özenle hazırladığı ikramları koyardı önümüze. Evin büyük abla ve ağabeyleri de vardı, kendisi gibi şefkat doluydu çocukları da. Kulalı Fatma teyzenin evi hep huzur kokardı.
Çocukken annenizle gidilen misafirlikler için size seçenek sunulmaz. Bacı Fatma teyzenin evi, eve gelin gelmende önce benim için mecburi gidilen bir yerdi. Öyle zamanlarda çok güzel olan bahçesine atardım kendimi. O bahçenin yazını da kışını da severdim. Bir köşesi bakımsızdı, ağaçların büyüklüğü ve çalıların derinliği ürpertici olurdu. O tarafta bir de kuyu vardı. Annemlerden duyduğum, köyde bir kadının kuyuya düşüp ölmesi olayından sonra hep uzak durdum kuyulardan.
Evin gelini geldikten sonra her gittiğimde onun yaşadığı kısımda geçiriyordum vaktimi. Benimle oynar, oyalardı. En çok bana oje sürmesini ve güler yüzünü severdim. Babam her ne kadar kızsa da her gittiğimde oje sürdürmeden dönmezdim.
Annem Fatma teyzeyle oturuyor, bazen evin işini yapıyor olurdu. Babamın teyzesiydi Bacı Fatma. Giriş kısmında mutfağı vardı. Biz gittiğimizde eğer yemek yiyorsa “Siz içeri geçin, hemen geliyorum” derdi. Asla sofrasına davet etmezdi ve evinde bir şey yendiğini hiç görmedim. Annem onu yıkar, banyo yapmasına yardım ederdi. Saçlarını tarardı. Saçları kısaydı ama arkadan öne doğru uzanan, ucunda mavi bir boncuk takılı olan ince uzun bir kuyruğu vardı. “ Bu neden uzun?” diye sormuştum bir keresinde. “ İslam’a göre kadını saçı göğsünü kapatacak kadar uzun olmalıymış” demişti. Hayretle bakakalmıştım. Bir saça, bir de göğüslerine baktım. O incecik saç o göğsün acaba neresini kapatacaktı?
Sokağın üst tarafında ve hatta en bakımsız evinde diğerlerine göre değişik bir yaşam vardı. O eve hiç girmedim, kimsenin girdiğini de görmedim. Önünden geçerken bahçe kapısı açıksa merakla içeriye bakardım. Karışık, düzensiz, bakımsız ve hırdavat dolu olurdu Fakir Fatma’nın evi.
Kısacık boylu, çıkık kalçalı, eksik dişli bir kadındı. Sürekli yüksek sesle konuşurdu. Hangileri çocuğu, hangileri torunu olduğunu bilmediğim bir kalabalıkla birlikte yaşardı. Çöp toplardı. O kalabalığın hepsi bu kadının eline bakardı. “Fakir” lakabını nerden aldığını bilmezdim ama üzücü bulurdum. Hayatı zor şartlar altında yaşan çatık kaşlı bir kadındı. Bir kere bile güdüğünü görmedim.
Kuru Necla’nın kızı Fatma teyze. Etrafta bu kadar lakaplı Fatma olunca ona annesinin lakabıyla anılmak kalmıştı. Yan bahçemizde, duvarların ardında üç aile birden yaşarlardı. Kendisi ve eşi, abisi ve eşi, annesi… Hepsinin aynı bahçeye bakan ayrı odaları vardı.
Gözleri deniz mavisi benden ufak bir oğlu ve benimle yaşıt engelli bir kızı vardı. Sürekli sarhoş gezen kocasından yediği dayakların sesi işitilirdi bazen evimize. Bazen de sarhoş ağabeyinden yediği dayakların sesi… Sessiz, sakin, dünyanın bütün suçlarını işlemiş gibi boynu bükük bir duruşu vardı. Kelimelerini tane tane seçer ve telaffuz ederdi. Akşamları sokağa oturmaya çıkarlardı. Biz oyun oynarken, engelli kızıyla birlikte bizi seyrederlerdi. Kızıyla göz teması kurmamaya çalışırdım. Üzülüyordum, üzüntüm aklıma düşüp oyunumu bozmasın diye uzak duruyordum. Adı ile değil, Kuru Necla’nın kızı olarak anılan Fatma teyze kaderine rağmen masumiyetti mahallede. Etrafındaki onca kötü şeye rağmen direnmekti.
Epeyce yaşı, ufacık boyu, esmer, ellerinde ve yüzünde yaşlılık çili dolu bir kadındı Fatma nine teyzem. Hiç görmediğim babaannem gibi severdim onu. Buruşuk incecik yumuşacık ince derili elleriyle oynardım en çok. Canım ne zaman sıkılsa yanına oturmaya giderdim. Bir oda bir mutfak bir evi vardı. Seviyorum diye hep peynir şekeri bulundururdu ve her gittiğimde bir tane verirdi. Tek başına kimsesiz yaşardı. Beni bakkala gönderir çeyrek ekmek aldırırdı. Kendime de çikolata almamı söylerdi ama ben almak istemezdim. Almadığımda üzülüyor diye, bazen o mutlu olsun diye en ucuzlarından alırdım.
Beni kucağına yatırır bir türkü söylerdi. “Ben yaralı ceylanım, yaralı ceylan, beni bir avcı vurdu buralı ceylan” O ceylanı ve o avcıyı ormanda hayal ederken uyuyakalırdım. Ne güzel uyunurdu onun kucağında. Akşamüstü sokak oturmalarına çıktığında koşarak elini tutmaya giderdim, kimseye kaptırmazdım ona yardım etme işini. Sonra evden sandalye getirip onu oturtur, oyun oynamaya devam ederim.
Sadece yaşlı aylığı olan bir kadındı. Evde yemek yapmaz ama yemeksiz de kalmazdı. Tüm sokak onu sever sayardı. Her pişen yemekten mutlaka ona da götürülürdü. Evin temizliğine ve bakımına yardım edilirdi. Günlerini komşularıyla ve ibadetiyle geçiriyordu.
Bir gün evine hırsız girmiş. Kolundaki tek bileziğini almak için darp edilmiş. O bileziğe –ölümlüğüm- derdi. Elindeki yüzündeki morluğu görmüş çok üzülmüştüm. Kuytu bir köşeye çekip kimse görmeden uzun süre ağlamıştım. Sonra annemlerin konuşmalarını duydum; “Yabancı değildir, yalnız olduğunu bilen biri yapmıştır.” Kim olduğu bulunamadı. Benim canım Fatma nine teyzem yediği darbelerle ve yaşadığı korkusuyla kadı.
Yıllar sonra ortaya çıkan üvey oğlu evini elinden almak için çıktı geldi. Mahalleden götürdü ve evini müteahhide verdi. Bir daha ne gördük ne de haberini alabildik. Peynir şekeri sevgisi ve Yaralı Ceylan türküsü onun mirasıdır bana. Çocukluğumun en güzel yerlerinden birinde durur.
O zamanlar maharet kadınların ellerindeydi. Kalabalık olan ailemizi doyurmak için çeşit arayan annem çoğu zaman börek açardı. Bana onu seyretmek ve bazen de iç malzemelerini koyma işi kalırdı. Oklavayı eline alıp her ilk yufkasını açmaya başladığında söylediği bir söz dikkatimi çekerdi “ Elim Fatma anamızın eli olsun” anneannemin adı Fatma’ydı ve ona her gittiğimizde çok güzel gözlemeler açardı. Onun yaptığı gibi güzel yapabilmek için bunu söylediğini düşünüyordum. Öyle olmadığını otuzlu yaşlarımdan sonra anladım. Meğer o klasik bir sözmüş. Peygamberin karısının adı Fatma’ymış, konu buymuş.
Bu arada anneannemin adı da evet Fatma ama onu bu yazıya sığındıramayacağım. Kendisi başlı başına başka bir yazının konusudur.
Adı geçen bütün Fatma teyzeler hayatlarını kaybetmiştir. Hepsini iyi ki tanımışım. Işıklar içinde uyusunlar. Anılarına saygıyla…