Hâlâ bir elma şekerine dünyayı takas eden bir çocuk taşıyorum içimde.
Seneye de sevebilmek için her sene gerinip bir beden büyüyen bir çocuk.
Öyle çok ki sevgim!
Hani bir ucundan baksam, diğer ucu görünmez.
Bir ucundan bağırsam, diğer ucuna sesim ulaşmaz.
Pek kimsenin bilmediği uzak bir gezegene götüreyim seni!
Orada bulutlar pamuk şekerdendir.
Yağmuru, üşütmeden ıslatır; tenini gıdıklayıp toprağa düşer.
Rüzgârı, sevdiğin şarkıları söylerken, kederleri savurur.
Vardiyalı iki güneşi olduğundan hep aydınlıktır.
Birbirine sarılmadan uyuyamazsın, ancak öyle biraz gölge bulunur.
Sırf bu yüzden sarmaşıktır oradaki bütün ağaçlar.
Gökkuşağından halılar üstünde gezersin.
Hatta yerçekiminden kurtulur,
Bir kuş sürüsüne eşlik edersin…
****
Günaydın mavi gök,
Günaydın gönlüme göre yoğrulmuş toprak, Günaydın ıtır çiçeklerinin gözler kamaştıran kırmızısı…
İnsan seni bir kere sevdi mi, o sürüp gider… Ancak eski çağlarda rastlanan büyük bir özenle.
Bizim çağımızda kalmadı böyle duygular! Hanginiz sevdi, Galatea’yı Pygmalion gibi? Kımıltısızca izleyebilirim; öylesine ince, öylesine beyaz parmaklarını.
Kırılgan bileklerini,
Zarif kıvrımlarını ve çıkıntılarını dudaklarının.
Bütün dünya aradan çekilirken, gözlerini…
O duru, o parlak.
Aşkın yanından öylece geçip gitmek mümkün mü?
Nedir bu içimde çırpınan delişmen kuş?
Beni sabahlara kadar kovalayıp duran garip sızı…
Gecenin ortasında bir yüz, gözbebeğime kazılı
Bakmadan görebildiğim…
Diyorum ki; soluğumu kesiyor varlığın.
Her şey, her şey bahane sonsuzca sevmeye…
Omuza düşen bir gelin böceği
Rastgele ayağa geçirilen bir çift terlik,
Yol kenarındaki tozlu ağaçlar,
Yerken yanaklara yapışan şerbetli bir meyve.
Boynunun kavisi,
Telâşı annesini arayan kuzuların.
Ağlak bulutlar,
Ciğeri delen kekre bir koku
Tenindeki ben…
Öte anlamlarla yüklü bir bavul, gitmeye isteksiz
Hiç dinmeyen ateşli bir nöbet.
Ey büyük tanrılar!
Galatea’yı verin bana…
Çaresi kavuşmak,
Çaresi kavuşmak…
****
Evrenin en parlak yıldızı olma hissi,
Görür görmez tanıdım seni!
Kalbim o kadar gürültü çıkarıyor ki başka hiçbir sesi duyamıyorum.
Sokaklar boyutsuz, insanlar boyutsuz devinmiyorum da yer kayıyor…
Mekânsal biçimin geri dönüşüyle gözlerinin gelişi arasındaki anlamlı tesadüf…
Dudakların sırf sevgiyi akıtmak için maddeleşmiş,
Sana lehimlenmek isteğine mücbir durduk yere burnumun ucunda biten kokun,
Daha kullanışlı bir araç yok öpücüklerden! Lacivert bir sahneyi süslemekte gece.
Perdeyi açarken ılık meltemler,
Pembe bir kar yağdırıyor sakuralar.
Bacaklarında ve uzun yelelerinde beyaz olan atlar,
Penguenler en şık kostümleri ile.
Sanki tüm doğa güç birliği içinde.
Artık aheste aheste uyanır oldu güneş. Uzay-zamanı ağırdan almak ister gibi.
Sanki böylece daha çok gülebiliriz gibi…
Sanki mutlak son ancak böyle geciktirilebilirmiş gibi…
****
Aşk yürüyerek gelir mi?
Kafa duman, midede boşluk,
Ne var ne yok içine tıkıştırsanız dahi dolmayacakmış gibi.
Şimdi ortadan ikiye yarılıp, kör eden ışıklar saçabilirim.
Yoğun renkler, bozulmuş şekiller ve ölçüler,
Elin kolun artık gelmesi.
Kaldırımların üstünde açan lisansız çiçeklerle konuşturuyorsun beni!
Gözlerimde saf arzusu kavuşmanın, bacaklarımda uçarı bir sonrasızlık.
Kuracağım kırmızı cümlelerin provası dimağımda,
Ve iptilası dudaklarının.
Çıkaralım üzerimizdekileri aşk kalana dek…
Ne hoş, sarılınca kızaran yanakların göğüs kafesini yakması,
Üstelik boğulmak teninin kokusundan.
İçinde yüzdüğüm, içimde yüzen…
****
Eşittir canlılar, ancak ölümde ve aşkta…
Ne önemi var mesafelerin, anlamsız gücenmelerin, sonu gelmez dertlerin…
Ezici güçle seviyorum seni!
Ağzıma tıkıyorsun asıl söylenmesi gerekenleri;
Yani çanıma ot tıkıyor gözlerin.
Başında sihirli bir taç, ellerin yaklaştırmıyor ateşine,
Ne yaparım bunca sensizliği!
Üzerine titresem bir angut gibi,
En güzeli ne ise şefkatlerin.
Çırılçıplak yürüsek bir mabedin tepesinde,
En büyüğü ne ise deliliklerin.
Hayvanlar gibi inlesek bir ağaç gölgesinde,
En günahsızı ne ise şehvetlerin…
****
Avucumda çatlamış bir nar, kocaman
Bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi andıran.
Yeni sevinçlere gebe ak bir güvercin turluyor tepemde,
Vişnelere bulanmış beyazı…
Gökyüzünde güneşe karşılık gelen yüzün,
Yüz kırk bir kuş türüne ev sahipliği yapıyor gözlerin.
Cemreler düşüyor bakışlarına muhtaç diyarlara.
Kavaklar iki büklüm saçlarının rüzgarından, saygıdan eğiliyormuş gibi yolu sevgiden geçenlere…
Kalbim sende oynuyor mahallede çocuklar,
Eve dönme vaktini hatırlatan susamış gece sefaları bahçe duvarlarında,
Ne iyi ki, her çiçek alışkındır arada bir unutulmaya.
Bir erkek çocuğu, bir kız çocuğunu yakalıyor elinden.
Aynı anda iki yarım ay tümleşiyor,
Nefes nefese…
****
Yüce gönüllü insanların yüce aşklarına…
Ne güç!
Kelimelerin olmadığı bir zamanda hissedilenlerin kelimelere dökülmesi.
Bir kral kemancısı içimde ve Albinoni’nin Ad Agio’su.
Her şey öyle beyaz ki!
Maharetli ruhlar ulaşabilir aşka yalnız.
Puf çiçeği üflemek gibi, hep çocuk…
Karnımdaki duygu ile beraber gidiyorum her yere,
Vitrinlerde gördüğüm elbiseleri hep sana yakıştırıyorum.
Hep sen kokuyor hafif bir yaz yağmuru sonrası toprak,
Seni açıyor ormangülleri.
Tüm kraliyetleri devirebilirim meşrutiyetine, bin defa ölmeye râzı.
Canına susuyorum ayrıca,
Gerisi uğultu.
****
Yeni bir şey yok!
Aşinayım, insana deli dolu yazdıran adının bütün harflerine.
Sadece bir başkası, kalbimin delinecek gibi olduğu onca geceden.
Bir başkası, onca geceden…
****
Buğulu gecede gotik bir katedral.
Atlı bir şövalye tablosu, şarap rengi duvarda.
Suçluluk duygusuyla bir köşeye fırlatılmış kızıl güller.
Bir piyanist, can havliyle vuran acıtacak notalara.
Havada sağa sola yalpalayan hüzün taneleri;
Düşen, eriyen.
Var mı aranızda, bol şekerli çileklerle doldurabilmiş aşkın içini?
Ah, zavallı Quasimodo!
Esmeralda’ya bakınca kamburunu hatırlayan…
Daha adını bile koyamazken hislerinin
Yalınayak üzerinde yürüdüğü korlar,
Yüzünü hangisine döneceğini bilemediği düşlerle yanan.
Söyleyin, serinleyebilir mi insan,
İçine düşen her şeyi sürükleyen bir nehrin akıntısına kapılmadan?
****
Cılız bir merhaba havada dağılan,
Tadı hayal edilenden farklı bir tebessüm.
Sevgiyle ısırılan her uzvun yüz çevirmesi arzuyla kaşınan dişlere.
Eksiğini derisinde hisseden ellerin “beraberimde neyi götürebilirim?” telaşı.
Golgota’ya tırmanırken İsa,
Aynı anda zıt yönlere doğru yürüyen iki yarım.
Delirten sessizlik…
Beynimin içinde kırk üç bin yıllık bir Neandertal flütü çalarken,
Sevdiklerimin ölmesi peş peşe.
Giderek soluklaşan mavi bir nokta,
Bir sigara sabahın üçü boğaza oturan, Uyandığında yaşadığı iç yanması rüyasında en sevdiği oyuncağıyla oynayan bir çocuğun…
İmler temsillere sınırlar çizer,
Seni bir kavanoza hapsedemedim.
İsmini koymadım senin!
Evreni doldurmalıydın,
Titreşimlerini algılamalıydı tüm canlılık.
Kulakları duymasa da sağırlar,
Gözleri görmese de körler bile.
Moleküllerini solumalıydı tüm insanlık…
****
O gece rüyamda renkli bir kelebek kondu omzuma…
Üzerimde en beğendiğin gömleğim,
Her nasıl oluyorduysa, kirpiklerimin arasından küçük yıldızlar çıkıyor.
Ardından sen çıkageliyorsun,
Hiç beklemezken daha güzeldin.
Gelişi güzeldin…
Gelişi güzeldin…
Gözlerime inanamıyordum,
Kimseye soramıyordum da, benim gördüğümü sen de görüyor musun? diye.
Yemin edebilirdim;
Gözlerinden kalp şeklinde ışıklar,
Gülücüklerinden simler saçtığına.
Ve bir heykeltıraşın itinası vardı parmaklarında…
Ellerini her tutuşta beni uzaklara götüren bir sandalın küreklerine asılıyordum.
Evet, her şeyi yapabilecek gücü gördüm içimde!
Sonra uçtu kelebek.
Söndü yıldızlar,
Koptu fırtına.
Uyandım,
Sesin yankılanıyordu kulağımda…
****
Devrildi ardından tutku yüklü satırlarım,
Döktü okyanus balıkları görünmez gözyaşlarını.
Tutuştu sevgiliden esirgenen öpücüklerin yakıcı günahı.
Büktü boynunu bir günebakan,
Silindi hayallerimi süsleyen kırmızılar.
Dağıldı aynı çatı altında güldüğümüz kalp şeklindeki bulut.
Yıkıldı barınakları hayvanların,
Üşüdü ortada kalanlar.
Koptu gri bir gökyüzünde fırtınaya kapılan uçurtmaların ipleri,
Karıştı umutlarım kaybolmuşluğa…
Delirdi Nietzsche!
Kırbaçlanan at değil, kendisiydi sarıldığı.
“Seni seçiyorum, seni tekrar tekrar seçeceğim, ölsem de iki elim ellerini ısıtacak!” diye fısıldadı kulağına…
****
Bir tarafın eksiktir hep, bilirsin.
Ama üzerinde durmazsın fazla, tamamlanırım dersin.
Şimdi arasan bulursun kırmızı rugan pabuçlarını, donuk anılarla dolu eski dolabında.
Zıplasan da ulaşamadığın o rafta,
Bulursun bulmasına da,
Olmaz artık ayaklarına.
Allegro, presto, fu gato!
Başını kaldıramazsın aşktan,
Arıdır, bilirsin, tutunur çiçeğin rengine.
Sudur, gemileri yüzdüren de alabora eden de…
Kafanda bir Macar rapsodisi,
Asarsın ıslak yanlarını güneşe.
Ürkütülmemesi gereken bir serçe konar balkon demirine, uçtu uçacak!
Uçsun da…
Bir kuş asla insanı incitmez, bilirsin.
Belki azıcık burkar içini ufukta kaybolunca,
O da belki…
****
Herhangi bir kafeye oturup içki ısmarladım kendime.
Herhangi bir kuş vardı tepemde asılı kafeste.
Ne zaman gözlerim kaysa kafese, kuşların kanatları olduğunu hatırladım.
“Tutsak.” diye sesleniyordu kuşa içkimi getiren barista.
Keşfetmiş olduğum üzere kafesteki kuşlar gibiydi insanlar da.
Bu melodram ve şehvetin ötesinde,
Yoğun bir susamışlık yatıyordu derinlerinde…
Cesaretlendirici ve coşkulu bir adanmada kendiniz olarak işitilmek, anlaşılmak ve kabul görülmenin özlemi.
Ölmemeliydik, birbirimizin karşısında tüm çıplaklığıyla durmanın savunmasızlığını yaşamadan.
Ancak öyle iyileşebilirdi yüreklerimizdeki açık yaralar…
Bitti içkim, ayaklandım.
Her şeye rağmen kazanmalıydı sevebilme becerisi,
Açtım kafesin kapısını kimselere görünmeden.
“Tutsak.” değil,
“Aşk!” dedim boş kafese bakarken…
SON
Ali DOĞAN