Kayıp Kuşaklar / Bahar Umurtak

Düğüm bağlandığı yerden çözülür.

Uçsuz bucaksız bir karanlığın içinde tek başımayım.

Ellerim temas edecek bir duvar arıyor ama boşuna.

Boşluktayım. Bir kara deliğin içinde dik durmaya çabalıyorum. Çok bitkinim, bir çökelti gibi yere yığılıyorum. Sürünerek ileri doğru gitmeye çalışıyorum ama bir şey beni geri çekiyor. Bir ileri, üç geri… Meğer ben zincirlenip prangaya vurulmuşum. Kaslarım gerilip titriyor. “Hayır!” diyor içimdeki ses “Geri dön!” Çaresizlik içinde çamurlu ellerimi cebime sokup orada sakladığım yumuşak bebek patiğini okşuyorum.

Damla damla akan gözyaşlarım önümde gürül gürül akan bir çağlayana dönüşüyor. Oluşan girdap beni içine çekiyor… Tam düşeceğim sırada sesler duyuyorum; klakson sesi, jandarma düdüğü, bilmediğim bir dilde bağırıp çığıran adamlar. Ya kaçak göçmen arıyorlarsa diye ürperiyorum. Sonra karanlığın içinde başka sesler duyuyorum… Çocuksu bir dil, merdivenlerden aşağı yuvarlanan ayakların patırtısı, zırrr zırr zırr.

Metalik bir alarm sesiyle gecem gerçeğe dönüyor ve ben gözlerimi açıyorum. Bakıyorum güneşin ışıkları odayı doldurmuş. Karanlıktan ışığa çıktığım için şükrediyorum. Hatırlıyorum geçmişi… Ah bir unutabilsem! Bugün çok güzel bir gün aslında. Yani güzel olabilirdi belki de ama kader… Bu günü atlatırsam her şeyin üstesinden gelebileceğimi düşünüyorum. Hemen kahvaltıyı hazırlamak için yataktan fırlıyorum.

Pamukannem’i herkes evden çıktıktan sonra kaldıracağım için ablamı – On yıl birlikte yaşadığım evin hanımına abla diyorum- ve ağabeyi işe gönderiyorum. Etrafı toparlayıp anneanneyi uyandırıyorum. Bu özel günde ben de kutlamak için bir pasta yapsam? Saçmalama! Neyi kutlayacağım ki. İçimde bir şeyler düğümleniyor, nefes alamıyorum. Sanki göğsümde bir fil oturuyor. Geçmişi düşünmeyi bırakmalıyım… Göz pınarlarım doluyor. Kendimi banyoya atıp böğüre böğüre ağlıyorum.

Pamukannem’in giyinmesine yardım ediyorum. Birlikte mutfağa geçiyoruz. Burnumun ucu sızlamaktan kızarmış, gözlerim kan çanağına dönmüş. O da sorgulayan gözlerle bana bakıyor. Bugün hayatımın en güzel günü; öyle olmalı aslında, çünkü kızım on sekiz yıl önce bugün dünyaya gözlerini açmıştı. Anneanne bunu duyunca boynunu büküyor. Ana yüreği bu, nasıl dayansın!

-Anlat, ferahlarsın, diyor.

Azerbaycan’da kocamı ve iki çocuğumu bırakıp çalışmak için Türkiye’ye gelmiştim. Kocamla hesaplamıştık, on sene para biriktirirsek oğlumuzu Bakü’de bir üniversitede okutabilecektik. Üç yüz dolar karşılığı İran üzerinden kaçak yollardan Türkiye’ye giriş yaptım.

-Ah be kızım! Çalışma iznin olmadığı için evden çıkamıyorsun ki, diyerek elimi tuttu.

Benim yüreğim yanıyordu. Gözüm hiçbir şey görmüyordu ki.

-Bir kızım vardı, dedim, Nadin. Yani var, diyerek düzelttim. Geçmiş zaman mı, geniş zaman mı kullanmalıydım, Türkçem çok iyi değildi.

-Biz Nadire deriz, dedi Pamukannem.

Cebimizdeki son parayı beni İran üzerinden Türkiye’ye getiren tır şoförüne vermiştik. Beni gizli bir dolaba kapatmıştı. Dolap o kadar küçüktü ki boynum eğmekten tutulmuştu. Biraz rahatlamak için boyumu dikleştirmeye çalıştığımda, bu sefer de dizlerimi kırdığım için diz kapaklarım acıyordu. Şoför arada galip dolabın kapağını aralıyor, ben de nefes alıyordum. Dört saatlik bir yolcuktan sonra Gürbulak sınır kapısına ulaştık.

Ne çayın buharının fıslaması ne de kızarmış ekmek kokusu kasvetli havayı dağıtmada etkili oluyordu… Bebeğimi beslediğimi hayal ederek ekmeğe tereyağı ve reçel sürüp Pamukannem’i yedirdim… İnsan hayal ettikçe yaşar ama, öyle değil mi?

-Kızım, biz de Kırım’dan kaçtığımızda ağabeyimi geride bıraktık, dedi.

Onu bir daha görmemişti, belki de ölmüştü. Coğrafyam iyi değildi ama o duyguyu çok iyi biliyordum. Onun da burnunun ucu kızardı önce, sonra gözleri doldu. Elini tuttum, acımızı yüreğimize gömerek el ele salona geçtik. Onu koltuğuna yerleştirdim, ben de dizinin dibine oturup başımı kucağına koydum… Kar beyaz ellerinden öptüm. O, benim saçlarımda ağabeyini düşünürken ben de bebeğimin başını okşuyordum… Anlatmaya devam ettim.

İki gün sınırda bekledikten sonra Gürbulak Sınır Kapısı’nda başka bir işbirlikçi beni kamyonetinin arkasına sakladı. Yaşlı adam merhametliydi, bana biraz ekmek ve su verdi. Tavuk ve horozlarla birlikte on üç saatte Ankara’ya ulaştık. Orada beni kuzenim karşıladı. Bakıcıların kaldığı bir evde yaşamaya başladım. Ertesi gün iş buldum.

Aradan birkaç sene geçmişti ki kocam benden boşanmak istediğini söyledi, yeniden evlenecekti. Kaderime razı olmaktan başka ne yapabilirdim ki. Çocuklarımı görmeme az kaldı diyerek avunuyordum. Yavrularım belki bu kadında anne şefkati bulabilirlerdi. Ancak umduğum gibi olmadı, üvey annenin de iki çocuğu vardı, hepsine bakamıyorlardı. Atina’da çalışan görümcem, orada varlıklı bir ailenin Nadire’yi evlatlık olarak almak istediğini söyledi.

-Kabul etmekle hata mı yaptım anam?

Beni kendine doğru çekip kollarıyla sardı bedenimi.

Kızımı yanıma aldıramazdım ki. Benim bile oturma iznim yoktu. Ciciannesi kızıma nasıl davranıyordu? Gerçek annesinin ben olduğumu bilecek miydi? Cevapsız sorularla düğüm düğüm olmuştu içim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kararı eski eşime bırakmaktan başka çarem yoktu. Olayları akışına bıraktım.

-Bugün on sekizine bastı kızım.

Ağlaya sızlaya günler geçiyordu. Sonra öğrendim ki meğer o gün gerçekten de önemli bir günmüş, çünkü kızım on sekizine bastığı için ona gerçeği söylemişler. O da biyolojik annesini –bu kelimeyi yeni öğrendim- tanımak istemiş.

Evin kızı Sema facebooktan bana bir hesap açtı. Eşimin hesabından görümcemi bulduk, kızım onun arkadaşı olabilirdi. Görümcemin Nodira isimli bir arkadaşı vardı. Sema hemen ona arkadaşlık teklifi gönderdi. Ben çekindim, kızımla arkadaş olmaya cesaret edemediğim için geri durdum. Sayfalar açılınca fotoğraflar görüldü. İşte o an çıldıracak gibiydim, kızım ekranda karşımdaydı. Fotoğraflara tıkladı Sema, görüntü büyüdü. Kara kaşlar, çekik gözler… Evet bu benim kızımdı “Nadin’im!” diyerek bir çığlık atmışım. Sonrasını hatırlamıyorum, bayılmışım… Ona bu kadar yakın olup dokunamamak, onunla konuşamamak beni kahrediyordu.

-Nadin’im, yavrum!

O gece hiç uyumadım. İki gün sonra Nadin benimle tanışmak için uçakla İstanbul’a gelecekti. Havalimanına giderken heyecandan yerimde duramıyordum.

Gelen yolcu kapıları açılıp insanlar görünür oldukça, yüreğim de bir umutla açılıp kapanıyordu. Elim montumum cebinde, parmaklarımın arasında tuttuğum pembe patiği sıkıyordum. Sanki yıllar geçiyor, insanlar gelip gidiyor ama Nadire bir türlü çıkmıyordu. Yolculardan birinin köpeği, bekleyenler arasında bir yaşlı adamın kucağına atlayınca ben de umutlandım. Kızım da beni tanıyabilirdi, kan çeker denir ya! Ona söyleyeceklerimi kelime kelime aklımdan geçirirken aniden kapılar açıldı ve kızımı gördüm. Pamukannem’in elini sıktım. O’ydu.

-Nadin, diyerek kızma doğru koştum. Zincirlerimi kırdım.  

Tam da hayalimdeki çekik gözler ve ince dudaklar. Çok güzeldi yavrum, hiç beklemeden ona sarıldım. O da bana sarıldı. Sarsıla sarsıla ağlamaya başladık. Böyle olsun istemezdim aslında, gülmeliydik biz. Mutlu, çok mutlu olmalıydık… Düğüm düğüm birbirimize dolandık. Herkesin gözü önünde yere yıkıldık. Ağlamaktan konuşamıyorduk. Şalvarlı bir kadın yere çömelip eliyle iki göğsünün ortasına vurarak ağıt yakmaya başladı. Havalimanında herkes bize bakıyordu. Islak yanaklarımızın sıcaklığıyla ruhumuz bir sarmal gibi dolandı birbirine ve kaynaştık. Biz birbirimize aittik. Ne yer ne de zaman bizi ayırabilirdi. Bir süre sonra sakinleşmiştik ki yavruma bakıp,

-Canım yavrum, dedim. Bozuk Türkçemle. Yüzüne baktım, boş bakıyordu. O an hatırladım, Türkçe bilmiyordu ki. Azerice sesleneyim dedim ona. Ellerimle ıslak yanaklarını avuçlarımın içine aldım:

– دختر عزیزم خیلی دوستت دارم dedim.

Heyecandan sessiz kaldı diye düşündüm. Hani mutluluktan dili tutulur ya insanın, işte öyle bir şey. Bana döndü:

– Agapitó mou korítsi, se agapó polý, dedi ama anlamadım.

Bir an durup birbirimize baktık. Kızım ana dilini unutmuştu. O artık Nodira’ydı. Dilsiz bırakılmıştık biz. Yığılıp kaldığımız yerde iki yabancı gibi dolanıp bir kördüğüm olduk, çözülemez bir kördüğüm.

Bahar Umurtak

19.Nisan.2024

Loading

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
Bahar Umurtak 1962’de Üsküdar, İstanbul’da doğdu. Lise öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra, ailesi ile birlikte İngiltere’ye taşındı. Londra’da City Üniversitesi’nde Biyolojik Kimya okudu ve bölümü birincilikle bitirerek Nelson Prize ödülüne hak kazandı. İngiliz hükümetinden burslu olarak 1985-1989’da Southampton Üniversitesinde Biyokimya dalında doktora ve sonra 1989-1991 yılları arasında Zürih Üniversitesinde genetik üzerine post-doktora yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra 1994 yılında Marmara Üniversitesi İşletme Fakültesinde “Çağdaş Yönetim Teknikleri” ihtisas programını tamamladı. İlaç ve medikal sektöründe çalıştıktan sonra emekli oldu. Ocak 2018’de deneme türünde olan ilk kitabı “Dünya Bir Meyve Bahçesidir”, Kasım 2018’de Gülden Zengin ile beraber bir kişisel gelişim kitabı olan “Geçiş” ve 11.Şubat 2022’de tarihsel bir üstkurmaca olan ilk romanı “Merdiven”i kaleme aldı. Ekim 2022’de “Yürekten Kaleme Öykü Senfonisi” isimli öykü seçkisine “Hayat Ağacı” isimli öyküyle katıldı. 2022 tarihinde Korhan Altunyay Yazarlık Akademisi’nden bir grup arkadaşının bir araya gelmesiyle oluşan “Hayat Öyküdür” ortak kitapta “Sessizliğin Sesi” ve 2023 yılında “Kalem İzleri” kitabında “Günün Gözü” isimli öyküyle yer aldı. Ocak 2023’de ilk Novellası “Günferi” okuyucularla buluştu. Mayıs 2022’de Amasya Dernekler Federasyonu’nun düzenlediği “Ferhat İle Şirin Öykü Yarışmasında” “Dünya Bahçesi” isimli öyküsüyle Jüri Mansiyon Ödülü’ne layık görüldü. 2008 yılından beri Süper İnsanlık Realitesi Derneği’nde gönüllü olarak Halkla İlişkiler Uzmanı olarak görev yapmaktadır. Halen Korhan Altunyay Akademi’de yazarlık eğitimlerine devam etmektedir. Şu sıralar yeni romanı üzerine çalışmalarını sürdürmektedir.
Yazı oluşturuldu 2

Bir yanıt yazın

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön