Yatakta zorlukla doğruldu. Henüz çok erkendi ve güneş doğmamıştı. Çünkü bu topraklarda kadınlar güneşten önce uyanırlardı. Kalkacak hali olmasa da hırkasını geçirdi üzerine, karşı yatakta yatan kocasına baktı. Evlilik denilen şey, babasından gizli okuduğu cep romanlarındakine benzemiyordu. Üniversiteye gidip romanlardaki özgür kadınların hayatını yaşayabilmeyi çok istemişti, ama bunun gerçekten hayal olduğunu biliyordu. Köydeki ilkokul kızlar için üniversite sayılırdı zaten. Ona da tarlada çalışmayan ya da babası izin veren şanslı kızlar giderdi. Okumayı söktüklerinde de aileleri bir daha yollamazdı.
Şehre gidip okuyanlar da olmuştu elbette, ama genele vurulacak olsa çoğunluk erkekti. Köyde kendisi dahil diğer kadınların da bildikleri, yetiştirildiklerinden ibaretti. O da kısıtlıydı. Kısıtlı olmayan şeyler de vardı tabii kadınlar için… Ölene kadar çocuk doğurabilirdi mesela. Kocaları dahil, doğurdukları, doğurmadıkları tüm çocukları büyütmek onların işiydi. Tarlada erkekler kadar çalışıp, ekip biçebilir, davar güdebilir, süt sağabilirlerdi. Dağdan odun toplayıp soba yakabilir, ekmek pişirip, çamaşır yıkayabilirdi. Tüm bunları yapabilmek için kadınların gücünden şüphe edilmezdi. O zaman varlıkları aranırdı da erkeklerin olduğu mecliste konuşmak, önemli kararlar almak, hele ki babalara ya da kocalara fikir beyan etmek için kadınlar hayaletten farksız sayılırlardı.
Gülenay yavaşça merdivenlerden aşağı indi. İnerken zorlanmıştı. Dokuz aylık hamileydi ve artık doğum yakındı. Kapıyı açtığında kar kokusuna karışan gübre kokusunu da aldı. Buz tutmuş terliklerini giydi. Düşmemek için çitlere tutunarak yürüyordu. Ahırın kapısındaki kovayı alıp içeri girdi. Kovayı ineğin ayaklarının dibine koyup “Güzel gözlü koca kızım” dedi hayvanın sırtına hafifçe vururken. Ikına sıkıla tabureye oturdu. Sütü sağmaya başlamıştı ki ara sıra beline vuran sancıyla gözlerini kapıyor, istemsizce koca kızın memesini daha bir fazla sıkıyordu. Derin bir nefes çekip zorla kalktı, daha fazla dayanmaya gücü kalmamıştı. Kocası belirdi kapıda, kovayı işaret etti Gülenay. “Alıver, ben yapamayacağım” dedi. Karısının gözlerine baktı Süleyman. Çektiği ağrı kara bir bulut indirmişti sanki solgun yüzüne. İlk defa endişe duyduğunu hissetti karısı için. “Ebeyi çağırayım mı kız?” dedi. Yollar kardan kapandığında sağlık ocağında çalışan ebe evlere gitmek zorunda kalıyordu. Gerçi kar bir yağdı mı neredeyse bahara kadar kalkmadığı için bu ebenin kış aylarındaki rutiniydi.
“Olur” şeklinde kafa salladı Gülenay. Sancıyla koca kızın gövdesine tutundu. Gencecik yaşına 4 hamilelik sığdırmıştı. İlkinde 5, ikincisinde 6 aylıkken düşük yapmış, bir çocuğunu da dokuz ay taşımayı başarsa da doğumdan hemen sonra kaybetmişti. Doktor “Bir daha hamile kalma, hayatın tehlikeye girer” dese de kocası son kez diye yalvarmıştı.
Ölen bebekler kızdı. Süleyman her seferinde erkek olma ümidi beslemişti. Kız olduklarına Gülenay da üzülmüştü ama onunki başkaydı. Çünkü kızları yaşasaydı, ondan farklı bir hayatları olmayacaktı. Soyadını devam ettirecek erkek evlat değer taşımıştı da soyunu devam ettirecek erkeği doğurup bakabilen değersiz kalmıştı.
Kocası Gülenay’ı yatırıp ebeyi çağırdı. Zor bir doğum olmuş, Gülenay da ebe de elinden geleni yapmıştı. Bebek ağlaması duyulduğunda Süleyman elindeki sigarayı atmış, derin bir “oh” çekmişti. Hemşire kucağında bebekle dışarı çıktı. Süleyman karısının yüzünde gördüğü karabulutları şimdi ebenin yüzünde görmüştü. “Oğlan” dedi ebe fısıltıyla. “Başın sağ olsun” diye ekledi. Kocası için bebek doğurmuştu sonunda Gülenay ve erkekti.