Gözyaşı Mezarı / İclal Doğan

Sabahları hep bir yorgun olarak uyanırdı. Omuzlarına yüklenen sorumluluklarından mı yoksa evin kasvetinden mi böyle hissederdi emin değildi. Ancak evin içinde bir gölge gibi hissedilmeden yaşamaya çalışmak yoruyordu sanki onu. Babasının sert bakışları bir karabasan gibi çöküyordu adeta üstüne. Pencereden giren ışık bile kırılıyordu onun sert bakışlarına çarptığında. Babasıyla göz göze gelmekten dolayı ödü kopuyordu. Öylesine çok korkuyordu babasından. Kendisini yaşayamamanın yanı sıra annesinin evi terk etmesinden kaynaklanan fırtınaların sonucunda doğan korkunun adıydı bu. 

Babasının evde olduğu saatlerin dışında pek yaşamazdı bu korkuyu. Kendince kendini mutlu etmeye çalışırdı. Ama onu en çok mutlu olduğu anlar hafta sonlarıydı. Hafta içinde babasıyla birlikte olduğu saatlerin birikmiş gerginliğini ve yorgunluğunu mezarlığa gittiği saatlerde atabiliyordu. İçindeki öfkeyi ve gözyaşlarını toprağa gömebiliyordu. Öyle ya toprağın altına bir tek bedenler gömülmüyor. Nasıl ki bedenler, hatıralar, anılar ve benzeri bir sürü şey toprağa gömülüyorsa oda gözyaşlarını ve korkularını gömmek istiyordu. İnsanların gözyaşları esaret altında olabilir mi?.. Olabilir… Bazı insanlar, bazı insanların sadece gözyaşlarını değil duyguları bile esaret altına alabilir. İşte bu nedenle o esaret altındaki bedeni gözyaşları ve korkularıyla her hafta cuma günü kendini bir mezarlığın yanında bulurdu. Ama bu mezarlık illaki bir kadın mezarı olmalıydı. İsmi cismi hiç önemli değildi. Eğer sahipsiz bir kadın mezarlığı yanında bulursa kendini daha şanslı hissederdi. Çünkü o ölülerin de hissettiklerine inanırdı.  

 Her cuma günü abdestini aldıktan sonra tıpkı babasının olmasını istediği gibi sert adımlar ve sert bir suratla evden çıkar sokağı dönünce yüzündeki ve adımlarındaki o sertliği bir köşeye atar büyük bir heyecanla o sevdiği caddeye doğru yol alırdı. Babasından köşe bucak sakladığı özel eşyalarının da içinde olan çantası da aynı keyifle omuzunda adeta dans ederdi.  Cadde de cıvıl cıvıl kıyafetlerle dolu vitrinlere bakarak ilerlemeyi çok severdi. O an içinde kelebekler uçuşurdu. Caddenin sonundaki büyük mağazaların önünde cansız mankenlerin üstünde payet işlemeli, nakışlı, kısalı uzunlu şıkır şıkır pek çok elbiseyi hayranlıkla seyrederken “Babam beni bu elbiselerin içinde görse ne yapardı acaba?” diye iç geçirerek kimi zaman da defalarca o kıyafetlerin içinde renk renk takılarla tokalarla kendini hayal ederek yoluna devam ederdi. 

Yine bir cuma günü yine bir mezarın başında durduğunda yine her zamanki gibi kafasında aynı sorular vardı. Annesi sağ mıydı, ölü müydü?.. Ne fark ederdi ki sonuçta yanında yoktu. Sonuçta evinde de yoktu. O gittikten sonra ev cenaze evine dönmemiş miydi?.. 

Seçtiği gözyaşı mezarının otlarını yolup, kurumuş toprağını suladıktan sonra soğuk mezar taşını annesinin mezar taşını sever gibi sevdi. Sonra çantasından çıkardığı kırmızı eşarbın üstüne bütün takı tokalarını makyaj malzemelerini serdi. Özenle takılarını taktı rujunu allığını sürdü, takma kirpiğini taktı sonra uzun uzun küçük aynasında kendini seyretti. Evet sonunda olmuştu. Babası görseydi işte şimdi tam bir orospuya benzemişsin derdi… Artık sesini de özgürleştirebilirdi. Yüzüne edalı bir gülüş kondurup sesini namelendirdi.  

Nasılsın anneciğim… Biliyor musun bu haftada bir iş bulamadım. Haftaya başka firmalarla da görüşmeye gideceğim. Üniversite mezunu da değilim ki çabucak iş bulayım. Belki babam okutsaydı… Ama olsun öyle ya da böyle bir iş bulacağım. Hele kendi paramı bir kazanayım o zaman gideceğim buralardan. Biliyor musun yüzünü eskisi gibi hatırlayamıyorum artık. Evde de hiç resmin kalmadı. Babam bütün resimlerini attı ya ondan. Adını dahi anmayı yasakladı biliyorsun. Arkandan ağladığım günler ne çok dayak yedim. O kahpe de annelik duygusu olsaydı evini terk edip gitmezdi. O soysuz için mi ağlıyorsun, diyerek benim ağlamamı yasakladı. Hoş biliyorsun önceden de benim ağlamamı hiç sevmezdi. Neymiş efendim kızlar ağlarmış, karılar ağlarmış, erkek adam ağlar mıymış… Ee neyse sen gideli aslında seni aratmadım biliyor musun?  Evimizi soracak olursan bir görsen her yer tertemiz tıpkı senin olduğun zamanlardaki gibi. Bal dök yala. Bir de yemekler yapıyorum ki tam tatamatında. Her ne kadar babamla paylaştığım bir ev de olsa ev işleri yaparken kendimi çok iyi hissediyorum.  Babam bazen çok kızıyor benim bu huyuma. Avrat olsam sahici bir avrat olurmuşum da ama velakin ona adam gibi bir evlat lazımmış. Adına layık bir evlat. Erhan…” 

Erhan mezarlığın üstündeki taşları temizlerken ağzında acı bir tat vardı. Bu tat hiç yabancı gelmedi ona. Tıpkı onun gittiği gün gibi. Oysaki annesinin yemekleri hiç acı olmazdı. Ama o günkü yemeğinin tadı ne kadarda acıydı. Elemini kederini, hüznünü ve bütün dertlerini o yemeğe akıtmıştı sanki. On iki yaşı bitmiş miydi yoksa daha yeni mi girmişti pek hatırlamıyordu. Hatırladığı tek şey kırılgan bedenini saran büyük bir acıydı. Sesi cilvesini biraz yitirmişti. Öksürerek boğazını kazıdı. Annesinin-miş gibi mezarın başında sohbetine devam etti. 

Anne biliyor musun bazen kafam çok karışıyor. Hani babam beni azarlardı hatırlar mısın? Kırıtarak yürüme lan adam gibi yürü, derdi ya. Yoksa sen ben kırıtarak yürüyorum diye mi gittin?  Bilmem hatırlıyor musun bir keresinde bir karıncanın yuvasını su basmış, diye ne kadar çok ağlamıştım. Babam da o gün enseme bir tokat patlatıp; zırlama lan karı gibi, demişti ama o tokatlardan sonra da bir şey değişmedi ben hala karıncalar için çok üzülüyorum. Yoksa bu kadar kırılganım diye mi gittin?Sen de abam gibi adına layık bir erkek evladın olsun mu isterdin? Yoksa babamın her iki lafından birinin söyle ona diyerek başlamasından bıktığın için mi gittin? Yoksa benim yüzümden yediğin dayaklar mı seni bu evden uzaklaştırdı? Feryat eden sesin hala kulaklarımda. Ben hep korkardım biliyorsun. O zamanlarda korkuyla yorganın altına saklanırdım biliyor musun? Kimi zaman   altıma kaçırırdım da kurumasını beklediğim için yataktan çıkmazdım…” 

Gözlerini gri bir bulut kapladı. Kaşları çatıldı. Mimikleri sertleşti. Artık göz pınarlarını daha fazla tutamazdı. Sonuçta o pınardan akacakları gömmek için burada değil miydi? Bir taraftan ağlarken bir taraftan içinde birikenleri bir an evvel dışarı atıp onları da toprağa gömmek için acele ediyordu.   

Biliyorum ki anne sen biliyordun bunun böyle olduğunu. Benim kırılganlığımdan anlamıştın değil mi? Öyle ya anneler çocuklarının gözlerinden anlar. İnce çıkan sesimden nasıl da rahatsız olurdun. Hele ki babam nasıl kızardı. Babanın yanında pek konuşma olur mu Erhan’ım, derdin çünkü çok iyi biliyordun benden sonra dayak sırasının sana geleceğini. Dayak yemekten de ne çok korkardın… Yaşıtlarımın küçük tel tel bıyıkları çıkmaya başladığında benim yüzümde tek tel tüy yoktu. Babam buna da kızardı.  Yüzüme tükürüp; ulan sen benim başıma bela mısın, sen ne biçim adamsın, deyip bir ton da dayak atardı. Başımı koynuna yaslayıp hele bir askere git gel hepsi geçecek, demiştin. Benim hayatımda senin dışında gelip geçen bir şey olmadı ki anne. Yediğin dayaklardan bıktığın için mi gittin yoksa o dayakları benim yüzümden yediğin için mi?.. Sen beni hiç aslan oğlum diyerek de sevmedin. Elbiselere, oyuncak bebeklere, takılara ve tokalara nasılda imrenerek baktığımı da biliyordun. Sen herkes ite kaka futbol oynarken benim çiçek dikmek istememe bile kızardın hatırlıyor musun? Hatta sana bir gün ben de anne olacak mıyım, demiştim de gözlerin fal taşı gibi büyümüştü hatırlıyor musun?..” 

Saçmalama demişti annesi, hiç öyle şey olur mu? Sanki o anı yaşıyordu. Ve sanki annesinin gözleri toprağın altından aynı şaşkınlıkla bakıyordu. Mermer taşında adı yazan kadını tanımıyordu. Ama o, o isim altındaki annesine hem isyan hem özlemle mermer taşa elleriyle vurarak isyanını dile getiriyordu.  

Haklısın anne. Olmuyor zaten baksana benden hiçbir şey olmuyor!” 

Ağlama krizi geçtiğinde avuçlarının zonkladığını fark etti. Bedeni mezar taşının soğukluğuyla adeta buz kesmişti. Her şeye rağmen içinde garip bir huzur vardı. Tıpkı her cuma günü olduğu gibi bugün de gözyaşlarını ve yüreğindeki korkuları, hüzünleri toprağa gömmeyi başarmıştı.  İçinde oluşan derin hiçlik duygusunu; kimliksizliğini, isimsizliğini ve sahipsizliğini ılgıt ılgıt akıtabilmişti toprağa…  

Erhan makyajını sildi. Çantasını toparladı. Annesi-ymiş gibi olan mezar taşını öpüp, o kadının oğlu-ymuş gibi mezarlıktan ayrılıp eve doğru yol aldı.  

Loading

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
"Dünyada bana, ne istiyorsun, diye sorsalar, hiç düşünmeden vereceğim cevap şudur: Anlaşılmak istiyorum.” demiş Sabahattin Ali. Fikirlerin ve hislerin çakıştığı bir ortamda büyüyünce insan anlaşılmak için konuşmayı değil çakışmamak için susmayı tercih ediyor. Ben de bu sebeple konuşmayı bıraktım ve sözlerin büyüsüne kendimi kaptırdım. Yazıkça yazdım. Hala da yazıyorum. Nazım Hikmet’in aşık olmaya aşık olması gibi ben de yazmaya aşık oldum. Ve ömrüm boyunca bu aşkla yaşayıp bu aşkla anılmayı umuyorum.
Yazı oluşturuldu 5

Bir yanıt yazın

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön