Çamurdan Pasta / Selma Gül Aksin

Normalde kalabalık ortamlardan hiç hoşlanmazdım. Hele böyle bunalmış hissettiğim zamanlarda tamamen kabuğuma çekilir, insanlarla köşe kapmaca oynardım. Ama bugün farklıydı. Kalabalık bugün beni hiç rahatsız etmiyordu. Rahatsız olamayacak kadar mutluydum. Bir yıldır beklediğim kitap fuarındaydım. Onlarca kitabın arasında cennete düşmüş gibi hissediyordum. Zaten buraya da kitapların arasında az da olsa huzur bulabilmek için gelmiştim. Ayrıca en sevdiğim yazarlardan birinin -Halit Taşkıran- söyleşisi ve imza etkinliği vardı bugün.

Heyecanla stantlar arasında dolaşırken kısa süreliğine de olsa tüm sorunlarımdan uzaklaşmıştım. Almak istediğim kitapları bulmak için gezinirken bir yandan da fuara gelenlere bakıyordum. Benimle aynı heyecanı paylaştığını hissettiğim her yaştan insan ilgiyle kitaplara bakıyor, sevdiği yazarlardan imza alıyor, onlarla sohbet edip fotoğraf çekiniyordu. Herkesin yüzünde iki ortak duygu göze çarpıyordu: Mutluluk ve heyecan.

Kalabalık arasında ilerleyerek çok merak ettiğim Dune serisini almak için standa yaklaştım. Kitapları bulduktan sonra ödeme için sıraya girdim. Sıra biraz uzundu. Elimde kitaplarla beklerken küçük bir çocuk arkamdan seslendi.

“Abla bak! Benim bir sürü kitabım var.”

Sesin sahibini görmek için merakla arkamı döndüm. Üç dört yaşlarında sevimli bir oğlan çocuğuydu. Elinde tuttuğu çocuk kitaplarından birini neşeyle bana doğru uzatıyordu. Annesi, pardon der gibi bana bakıp, “Oğlum rahatsız etme ablayı,” deyince, “Sorun değil,” dedim gülümseyerek ve çocuğa döndüm.

“İsmini öğrenebilir miyim?”

“Efe,” dedi son harfi uzatarak.

“Benim ismim de Gülfem, çok memnun oldum Efeciğim. Kitapların ne kadar güzelmiş.”

“Evet, bak,” diyerek elindeki kitabı gösterdi. “Seriyi tamamladım. Bu yoktu evde. Yeni aldık. Eve gidince annem bana okuyacak,” dedikten sonra annesine dönüp, “Değil mi anne?” dedi. Annesi gülümseyip evet anlamında kafasını salladı. Hoşuna giden bu cevapla tekrar kitabına bakıp, “Resimleri de çok güzel, bak,” diye bana gösterdi.

“Evet, harika,” dediğim sırada gözü benim elimdeki Dune serisine kaydı.

“Uf, ne kadar kalın senin kitapların!” Bu sözü gülümsememi genişletti.

“Evet, haklısın. Biraz kalınlar. Ama çok eğlenceliler.”

“Öyle mi? Resim var mı?” Bu sorusu annesini de beni de güldürmüştü.

“Hayır, resim yok benimkilerde. Senin kitapların daha güzelmiş.”

“Evet. Hep yazı olunca sevmiyorum ben. Annemle babamın kitapları da çok sıkıcı. Ama benimkiler çok güzel, resimli. Onlara bakmayı seviyorum.”

“Ben küçükken, benim kitaplarım da resimliydi. Büyüyünce sen de böyle resimsiz ve bol yazılı kitapları okursun merak etme.”

“Ama sıkıcı olmazlar mı?” diye sordu sızlanmaya benzer bir sesle.

“Hayır, aksine bu kitaplar da çok eğlenceli. Bence büyüyünce sen de seversin. Şimdiden kitap kurdu gibisin çünkü.”

Bu sözüme sevinir sanmıştım ama dediğim bir şey hoşuna gitmemiş gibi yüzünü buruşturdu. Kaşlarını çatarken annesine dönüp, “Ben kurda mı dönüşeceğim anne?” diye sordu endişeli bir sesle.

Bu sorusu beni, annesini ve sırada bekleyenlerden konuşmamıza kulak misafiri olan herkesi kahkahaya boğdu.

“Hayır tatlım, abla öyle demek istemedi. Kitap kurdu, çok kitap okuyan, kitap okumayı sevenlere denir.”

Annesinin sözüyle yüzündeki endişeli ifade yerini neşeye bıraktı.

“Yaşasın!” diye bağırdı coşkuyla.

Annesi bunun üzerine, “Ne oldu, niye sevindin bu kadar?” diye sordu.

“Büyüyünce ne olacağımı buldum,” diye yanıt verdi gülerek.

“Hmm, ne güzel. Ne olacaksın bakalım?”

Efe anlamadın mı, dercesine kafasını iki yana sallayıp, “Kitap kurdu tabii ki,” derken sesinde annesi çok basit bir şeyi bilememiş gibi hafif küçümseyici bir tını vardı.

Onun bu cevabıysa hepimizi yine kahkahaya boğmuştu. Bir an için niye güldüğümüzü anlamak istercesine bize baksa da kısa bir süre sonra bizi boş verip elindeki kitaba odaklandı. Yüzünde sanki okuma biliyormuş ve karmaşık bir metni çözmeye çalışıyormuşçasına ciddi bir ifade vardı. Kaşlarını çatmış, dilini hafifçe dışarı çıkarmıştı. Onun bu sevimli hali karşısında gülümsememi bastıramadım. Önümde ödemeyi yapan yaşlı adam da gülümseyerek Efe’ye bakıyordu. “Benim torunlar da böyle. Güzel şey çocuk olmak,” dedi. Sesinde ve bakışlarında yoğun bir özlem vardı.

Sıra bana gelince elimdeki kitapları poşete koyması için görevliye uzattım. Parayı çıkarırken yaşlı adama katılmadan edemedim. Çocukluktan sonra işler çok sarpa sarıyor, her geçen yıl insanın omzuna bir yük gibi biniyordu. Hele şu meslek konusu hepten canımı sıkıyordu. Üniversite sınavından iyi bir sıralama bekliyordum. Annem ve babam hukuk yazmamı istiyordu. Ama ben Türk dili ve edebiyatı okumak istiyordum. Oldum olası edebiyata ve kitaplara tutkundum. Ve ileride de hayatım kitap okuyarak, yazarak geçsin istiyordum.

Fakat bu isteğimi babama açmaya cesaret bile edememiştim. Son derece dediğim dedik, sert ve otoriter bir adamdı babam. Annem babama kıyasla daha yumuşak ve anlayışlıydı. Ama o bile bu isteğimi duyunca, “Bu puanla hukuk kazanırsın. Edebiyat yazıp yazık mı edeceksin puanına? Mezun olunca iş bulamayıp işsiz güçsüz gezersen ne olacak? Saçma sapan fikirlerle doldurma kafanı. Babana da bir şey söyleyip adamı iyice sinirlendirme. Geleceğini düşün biraz. Hukuk yaz, kendini garantiye al,” diyerek konuyu kapatmıştı. O günden sonra bu konuyu bir daha açamamış, gece gündüz odamda ağlayıp durmuştum sadece. Tüm hayatım boyunca sevmediğim işi yapacaksam böyle bir geleceğin ve yaşamın ne anlamı vardı ki?

Nefesimi sıkıntıyla üflerken kitaplarımı alıp stanttan uzaklaştım. Saate baktım. Söyleşinin başlamasına az kalmıştı. Stantların olduğu kısımdan çıkıp söyleşinin yapılacağı salonu aramaya başladım. Salonu bulduktan sonra içeri girip ön sıralardan güzel bir yere oturdum. Konuşmanın yapılacağı sahnenin arkasındaki büyük panoda, büyük ve kalın puntoyla ‘Çamurdan Pasta; Çocukluğa Dönüş. Konuşmacı: Halit Taşkıran’ yazıyordu.

Zihnimdeki beni boğan düşünceleri şimdilik rafa kaldırmak ve şu ana odaklanmak için içime çektiğim derin nefesi yavaşça üfledim. Sonra da büyük bir merak ve heyecanla beklemeye başladım. Kısa bir süre sonra heyecanlı bekleyişim sona erdi. Türkiye’nin en beğendiğim fantastik/distopik romanlarını yazan, aynı zamanda çok başarılı bir müzisyen de olan, idolüm Halit Taşkıran bilindik neşeli ve enerjik tavrıyla salona girdi. Kelimenin tam anlamıyla sanat aşığı bir insandı ve bitmek tükenmek bilmeyen inanılmaz bir enerjisi vardı. Daha konuşmasına bile başlamadan etrafa yaydığı güzel enerjinin bana da bulaştığını hissettim.

Mikrofonu kontrol etmek için hafifçe üfleyip, “Ses deneme, bir iki,” demesiyle daldığım düşüncelerden sıyrıldım ve tüm dikkatimi ona verdim. Onu ilk kez yüz yüze görmenin heyecanıyla çığlık atıp zıplama isteğimi bastırmak oldukça zor olmuştu.

“Evet, sevgili okurlarım ve dinleyicilerim. Bu güzel fuarda bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum.”

Alkış sesleri salonu doldurunca mütevazi bir şekilde gülümseyip bir süre seslerin kesilmesini bekledi.

“Evet, bugün sizinle biraz geçmişe, çocukluğumuza, daha doğrusu içimizdeki çocuğa doğru ufak bir yolculuğa çıkacağız. Bana en çok gelen iki soru; nasıl bu kadar iyi yazabildiğim ve bu fikirlerin nereden aklıma geldiği. Bu soruların hepsi çocuklukta gizli aslında ama oraya birazdan geleceğim. Öncelikle dikkatinizi şuna çekmek istiyorum, insanların ne kadar sonuç odaklı olduğu hiç ilginizi çekti mi? Çoğumuz bunu yapıyoruz ve ilk yanlışlarımızdan biri de bu. Esasen süreç, sonuçtan çok daha önemli.  

“İyi yazıyorum demek fazla iddialı ama yazdıklarımı severek okuyan geniş bir okur kitlesi var ve benim açımdan bu bir başarı. Ve bu başarının en büyük etmenlerinden birinin de benim sonuç değil süreç odaklı düşünmem olduğu fikrindeyim. Ama neredeyse hepimiz bunu gözden kaçırıyoruz. Zihnimiz ister istemez, geleceğe, yaptığımız işin sonucuna zıplıyor. Yapılan işi sonucuna göre yargılıyoruz. O işin arka planını, zorluğunu görmezden geliyoruz. Sonuç iyiyse başarılı, kötüyse verilen emekleri bile umursamadan koca bir başarısızlık damgası vuruyoruz. Hem kendimize hem de çevremize yapıyoruz bunu. Ayrıca sonuç odaklı düşünmek, başarı hikayelerinin arkasındaki emeği de gözden kaçırmamıza yol açıyor. Sanki başarı gökten zembille inmiş gibi, işi şansa veya onun gibi çeşitli şeylere atfediyoruz.” Su içmek için durdu. Önündeki kupadan birkaç yudum alıp devam etti.

“Dediğim gibi, bu noktada benim başarımdaki en büyük avantajlarımdan biri sonuçtan ziyade süreç odaklı biri olmam oldu. Aranızda yazmaya gönül veren kişiler varsa yeri gelmişken şunu da hatırlatayım, ilk denemede çoğu insan çuvallar. Çok yetenekli olsalar bile bunu yaşarlar. Örneğin Stephen King, defalarca reddedilmiş. Ama karalar bağlamak ve vazgeçmek yerine dergilere gönderdiği öykülerin reddedilme nedenlerine dair gelen cevapları çiviyle duvara asmış. O kadar çok ret cevabı birikmiş ki çivi, kağıtları tutmaz olmuş. Sonra onu daha uzun bir çiviyle değiştirmiş ve yazmaya devam etmiş. Şimdi onun yerine sonuç odaklı birini koyun. Başaramadım, olmadı, yapamıyorum gibi bahanelere takılıp kalması çok daha yüksek bir ihtimal olmaz mıydı?”

Salondaki çoğu kişi ona hak verircesine kafasını aşağı yukarı salladı.

“Ki böyle bir durumda kişinin içinde ortaya çıkarılmayı bekleyen cevher, daha yüzeye çıkamadan bin kat derine gömülür ve orada çürüyüp gider. Ayrıca yazma konusunda oldukça önemli olan dayanıklılık hususunda da önemli bir noktadır bu. Dayanıklılık neden önemlidir? Çünkü kaleminizi ustalaştırmanın reçetesi, yazmaya düzenli bir şekilde devam etmektir ve bunun yolu da dayanıklılıktan geçer. Peki Halit, ağzına sakız ettiğin bu dayanıklılık ne demek derseniz, kısaca çeldirici tuzaklara düşmemektir diyebiliriz.

“Örneğin, bir işe giriştiğinizde çevrenizden, o işi neden yapamayacağınıza dair tonlarca olumsuz faktörü, cesaretlendirici ve destekleyici cümlelerden daha sık duymanız yüksek ihtimaldir. İnsanlar neden yapamayacağınızı anlatır durur. İşte bunlar çeldiricidir. Dayanıklılığınız düşükse bunlara takılıp kalma ihtimaliniz yüksektir. Ve bunlara kitlenip kalır, kendinizi zifiri karanlığın içinde bulursunuz. Söylemesi kolay diyebilirsiniz ama şunu itiraf edeyim, benim de böyle bir karanlığa gömülü kaldığım oldu. Hatta o karanlıktan çıkmam yıllar sürdü.”

Salondan hayret ve merak dolu mırıltılar yükselince gülümsedi.

“Evet, her yazarınki gibi benim yazma yolculuğumun da bir hikâyesi var. Hatta biraz acı soslu bir hikâye. Ben de genç bir delikanlıyken bir çeldiriciye takılı kalmış ve çevremin isteğine boyun eğmiştim. Bilenleriniz vardır belki, Güzel Sanatlar Yüksekokulu’na girmeden önce yarıda bıraktığım bir tıp fakültesi maceram var.”

Birkaç hayret nidası yükseldi. Hayatını araştırmama rağmen ben bile bunu yeni öğreniyordum.

“Evet, tıp fakültesine tamamen ailemin baskısı yüzünden girmiştim. Ama benim kalbimi yakıp kavuran üç şey vardı: Müzik, kitaplar ve yazmak. Bunu ailemle paylaştığımda çok tepki göstermişlerdi. Hele babam… ‘Çalgıcı ol diye mi bu kadar zorluk çekip seni okuttum? Bırak şu boş işleri git adam gibi bir meslek edin’ diyerek çıkışmıştı. Babamın sözünün üstüne söz söyleme cesareti gösteremediğim için de onların istediği tıp fakültesine yerleştim. Götürebildiğim yere kadar götürmeye de çalıştım ama bir gün bile mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Her gün okula gitmek tamamen işkenceydi benim için.”

Gözlerimin dolduğunu hissettim. En sevdiğim yazarlardan birinin de benimle benzer süreçlerden geçtiğini öğrenmek beni hem üzmüş hem de yalnız olmadığımı hissettirip bir nebze de olsa bana teselli vermişti.

“İşte günlerim böyle eziyet gibi geçiyordu. Mutsuzluğum öyle bir raddeye ulaşmıştı ki, hiçbir şeyden zevk alamaz olmuştum. Müzikle ilgilenmek veya bir şeyler yazmak bile içimden gelmiyor, bana en ufak bir zevk vermiyordu. Zihnimdeki notalar susmuş, kalemim körelmişti. Yataktan çıkmak bile külfet olmuş, hayat gözümdeki tüm anlamını yitirmişti. Ölü ruhunu oradan oraya sürükleyen bir et yığınına dönüşmüştüm. Derslerimde benimle birlikte yerlerde sürünüyordu tabii.” Durup minik bir kahkaha attı. “Geçtiğim ders var mıydı hatırlamıyorum.”

Bunun üstüne salondan ufak kahkahalar yükseldi. Ben bile ağlayacak gibi hissetmeme rağmen bayağı gülmüştüm.

“Zaten derslere de girmiyordum pek. Kafeteryaya gidip saatlerce boş boş oturuyordum. Öyle öyle üç yılı devirdim tıp fakültesinde. Sonra bir gün liseden bir arkadaşım buluşmak istedi benimle. Onunla ara sıra görüşürdük ama son zamanlarda içimden kimseyle görüşmek gelmediğinden bu görüşmelerin arası bayağı açılmıştı. Neyse bayağı gönülsüz de olsa gittim buluşmaya. O arkadaşımın bir müzik grubu vardı. Benimle görüşmeyeli de işi epey ilerletmişler, bir mekanla anlaşmışlar falan. Neyse, gitaristleri evde bir kaza geçirmiş, kolu kırılmış. Bir hafta sonrasında da önemli bir performansları varmış. Arkadaşın aklına da ben gelmişim. Rica etti, onlarla çalmam için. Hiç yapmak istemiyordum ama kırk yılın başı bir şey isteyen arkadaşımı geri çeviremediğimden kabul ettim. Bu, benim hayatımın dönüm noktası oldu. Ertesi hafta sahnede çalarken içimde bir şeyler kıpırdandı, bir şeyler canlandı. Öldü sandığım ruhum uzun ve derin uykusundan uyandı. Ve o sahnede bir süredir görmezden geldiğim bir şeyi hatırladım. Çocuk Halit’in hayallerini.

“İçine düştüğüm karanlık kuyunun çıkışını çocukluğumda buldum. Bu çocukluk konusunu biraz daha açacağım ama müsaadenizle önce hikayemi bitirmek istiyorum. O gece okulu bırakmaya karar verdim. Dönem ortasında elimde bavul eve dönünce kızılca kıyamet koptu tabii başta ama ben diretince bir süre sonra kabullendiler. Onun sonrası da bildiğiniz hikâye, Güzel Sanatlar Yüksekokulu’na girdim. Okurken sahne almaya ve yazmaya da devam ettim. Eski yazdığım öykülerden beğendiklerimi düzenledim, yeni yazdıklarımla beraber dergilere göndermeye başladım. Başta sayamayacağım kadar çok kez reddedildim. Sonra bazı eserlerim kabul edildi, ilk öykü kitabım basıldı, onu romanlar izledi. Derken bugünlere geldim. Ve tıp fakültesini bırakmak gerçekten hayatımdaki en doğru karar oldu. O günden sonra yeniden doğmuş gibi hissettim. Yeniden yaşadığımı hissettim.”

Su içmek için konuşmaya ara verdiğinde düşüncelerim yine kendi hayatıma kaymıştı. Bugün bu konuşmayı dinlemem bile bana gönderilen bir işaretti sanki. Zihnimden bu düşünceler geçerken beni derinden etkileyen sevgili yazarımın sesi tekrar salonu doldurdu.

“Neyse, biraz ismimiz duyulmaya başladı bu süreçte tabii. Sonra çevremdeki çoğu insanın tavrı inanılmaz derecede değişti. Başta yapamazsın, edemezsin, aç kalırsın diyen herkes başaracağını, yapacağını biliyordum diyerek bana alkış tutmaya başladı. İşte bu yüzden konuşmamın başında çevrenize aldırmayın dedim. Dün sizi yuhalayanlar, yarın alkışlayabilir ya da tam tersi, dün alkışlayanlar bir bakmışsınız sizi yuhalamaya başlamış. Bu yüzden çevrenize değil kendinize yaslanın. Kendinizi dinleyin. Kalbinizi, en çok da içinizdeki çocuğu… İnanın, o çocuk düştüğünüz her seferde sizi, elinizden tutup kaldıracaktır. Yeter ki ona elinizi uzatma cesareti gösterin. Ama buranın altını çiziyorum. Ona inanmanız ve cesur olmanız çok önemli. Çok duydum insanları, karanlık kuyulardan nasıl çıkılır, zorluklar nasıl aşılır, diyen. Ben bu soruları çocukları örnek alın, diye yanıtlarım her zaman. Eh, bizim yaslanacağımız şey de içimizdeki çocuk olduğuna göre, içinizdeki çocuğa kulak verir ve bir çocuk gibi cesur ve kararlı olursanız en zifiri karanlıkları bile aşarsınız.”

Gözümden birkaç damlanın akmasına engel olamadım. Fazla ses çıkarmamaya gayret ederek çantamı açıp peçete çıkardım ve gözlerimi sildim. Bu arada da salondan burun çekme sesleri geliyordu. Anlaşılan tek ağlayan ben değildim. Hepimizin hikayesi farklıydı ama acı da mutluluk gibi herkesin hayatının bir parçasıydı. Salona giderek yerleşen duygusal hava eşliğinde sevgili yazarımız konuşmaya devam ediyordu.

“Bir de yine bana çok sorulan bir konuya, hayatın anlamı meselesine biraz değinmek istiyorum. Bence bir yaşam veya hayata dair bir anlam kılavuzu yok. Herkesin hayatı farklı ve biricik. Bu hayatta önemsediklerimiz, sevdiklerimiz, ilgi alanlarımız türlü türlü. Yani, hayatın anlamı, nasıl yaşanacağı kişiden kişiye değişir. Ve bize özel olan bu anlamı veya anlamları bulmanın yolu da içimizdeki çocuğu dinlemekten geçer. Çocukların, aramızdaki en bilge ruhlar oldukları kanaatindeyim. Onlar ne istediklerini bilirler, bunu söylemekten hatta haykırmaktan çekinmezler ve o şeye ulaşana kadar tekrar tekrar denerler. Yargılanma korkuları yoktur ki bu onları inanılmaz özgürleştirir. Ayrıca düşüşleri de umursamazlar. Düşüşlere sövüp saymak, bunlar yüzünden dövünmek yerine denemeye devam edebilirler. Çünkü tekrar kalkmaya odaklanırlar, düşüşlere değil. Çevredekilere aldırmaz, eğlenmeye bakarlar. İşte, biz yetişkinlerin, ‘aman üstümüz kirlenmesin’ diye kaçındığı çamuru; bir çocuk için yeryüzünün en lezzetli pastası yapan da budur. Hayal güçlerinin sonsuzluğunda gönüllerince dolaşırlar. Toplumun insanın suratına yapıştırdığı maske ve gözlüklerden azat etmişlerdir kendilerini. Oysa biz yetişkinler genelde bu konuda çuvallar, kendi kendimizin hapishanesi oluruz. Kendimize git gide hasret kalırız. İçimizden yayılan karanlık gitgide büyür ve bizi yutar. Kayboluruz.” Hafifçe öksürüp boğazını temizledikten sonra devam etti.

“Çok pardon. Boğazım artık susmam için sinyaller göndermeye başladı,” dedi gülerek. Onunkini izleyen gülüşmeler kesilince yeniden konuşmasına döndü.

“Bu kayboluş çok tehlikelidir. Eğer bu girdaptan çıkamazsa, insanın kalbi öyle kararır ki, yeryüzündeki tüm güzelliklere düşman kesilir. Ve bu, koca dünyayı savaşa bile sürükleyebilir.” İç çekip, “Ve bu savaşlarda ilk kim ölür biliyor musunuz?” dedikten sonra bakışlarını bir süre üzerimizde gezdirdi.

“Çocuklar. Bir kalp kararırken ilk önce oradaki çocuk ölür. Birilerinin içinde ölen çocuklar yüzünden çıkar zaten bütün kavgalar. İçindeki çocuğu kaybeden, onunla arasına derin uçurumlar girenler yas tutar. Bazen bu yas hastalıklı bir hal alır ve yoğun bir öfkeye dönüşür. Ve bu öfkeyle yananlar, her şeyi yakıp yıkmaya and içerler. Sonra da başka çocukları öldürürler.” Bir kez daha iç çekip devam etti.

“Bu yüzden kendim de dahil olmak üzere, günümüz insanı için en büyük dileğim şudur; umarım her birimiz içimizdeki çocuğu bulur, sever ve koruyabiliriz. Ve umarım hepimiz bir gün çocukluk mertebesine erişebiliriz.”

Salonda bir süre sessizlik oldu. Bunların beni aşan derin sözler olduğunu hissediyordum ama yine de tüylerim diken diken olmuştu.

Herkes kendi düşüncelerine gömülmüşken o, saatine bakıp tekrar konuşmaya başladı.

“Süremizi doldurmuşuz, hatta biraz aşmışız bile. Ben kendimi kaptırıp sizlerleyken zaman nasıl geçiyor anlamıyorum. O yüzden sizi esir almış oldum uzunca bir süre. Sus be adam da diyemiyorsunuz tabii kibarlığınızdan,” dedikten sonra güldü. Tabii salonda ona eşlik etti.

“Sabrınız, buraya kadar geldiğiniz ve bana vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum ve sözlerimi burada noktalıyorum. Sevgiyle kalın ve içinizdeki çocuğa kulak vermeyi unutmayın.”

O susar susmaz, salonda alkış fırtınası koptu. Ben de bir yandan gözyaşlarımı silip bir yandan ellerimi acıtacak kadar coşkuyla alkışlıyordum. Sanki bu konuşma benim için yapılmıştı. İnanılmaz hafiflemiştim. İmza sırasına doğru ilerlerken son derece mutlu ve heyecanlıydım. Tanıdık ve özlem duyduğum bir heyecandı bu. Çamurdan pastasını yapmaya hazırlanan bir çocuğun bitmek bilmez, masum heyecanı.

*resim bu siteden alınmıştır https://besalvaje.com/2022/07/31/oda-a-las-criaturas-jugando-con-barro/

Loading

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
Yazı oluşturuldu 2

Bir yanıt yazın

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön