İletilemeyen Mesajlar / Elif Can

Sesler var. Tanımadığım sesler. Hiç gitmediğim topraklarda. Ansızın vuran kıyametin ardında. Belki de cehennemin kapısında. Demek ki cehennem bir tek kötüler için değildi. Ve bize anlatıldığı kadar uzak. Tam da evimizin ortasındaydı o. Soğuk betonlar altında kalmış yatağımızda. Hem de kendimizi en güvende sandığımız anda. Evet, açılan cehennemin kapılarıydı. Ve bir gece vakti önüne kattığını yakıp yıkmıştı. Meleklerin izleri de var o yıkıntılar arasında. Dört atlı zebanilerin de. Gündüze çöken karanlığın altında koşturuyor hepsi. Yollara, yarınlara, hatta gelecek yıllara çöken o karanlığın altında.

Sesler var. Hiç tanımadığım sesler. Adlarını duyuyorum ama onlar benimkini bilmiyor. Asla bilmeyecekler. Tıpkı telefonda karısından özür dileyen adamın affedildiğini hiç bilemeyeceği gibi. Oysa bunu ben de bilmemeliydim ama işim bu. Kulağa garip gelse de doğru. İşe başlarken kimse böyle olacağını söylememişti. Aslında kimse bunun olacağını da görememişti. Ben buraya en güzel kıyafetlerimi giyip, önemli misafirleri karşılamaya gelmiştim. Telefonlara bakmaya, toplantılara hazırlık yapmaya. Ama şimdi bir telefon santralinde oturmuş, adresine ulaşmayan mesajları dinliyorum. Aralarından artık sinyal gelmeyen telefon numaralarını ayıklıyorum. Bir bir önümdeki ekrana düşüyorlar. Son mesajlar hep aynı yerlerden. Parmağımın bir tıklamasıyla, sesler kulağımı dolduruyor ve kulağım var olduğuna lanet okuyor. Bağıran insanlar var. Yardım için yalvarışları… Dinleyemiyorum ama sonunda vazgeçtiklerini anlıyorum. Her şeyi bıraktıklarını. Oldukları yeri söyleseler de artık onları bulamayız. Ne onlar kaldı geride, ne de anlattıkları yer. Kalanlar hep yıkıntı, hep yığın. Bir de yerine ulaşmamış mesajlar var. Bu mesajların atıldığı telefonlardan artık hiç sinyal gelmiyor. Bunun ne demek olduğunu hepimiz biliyoruz ama söylemiyoruz. Hepsi sadece bir rakam olarak kenara yazıldı. Ve o rakamların son istekleri de mesajlarındaydı ama hiçbiri yerine varamadı.

Sesler var. Hiç tanımayacağım sesler. Birilerinin anneleri, babaları, çocukları, komşuları… Hep yarım kalmış konuşmaları. Ve de hep yarım kalacak. Hayatlar eksildi, masalarda sandalyeler boş. Hatta artık ortada bir masa bile yok. Kimse o sofraları yeniden kurmayacak. Kursa da eksiklerini asla dolduramayacak. Başta kalan çatının bile anlamı yok. Basılan toprağa ise hiç güven yok. Sanki her hareketimle yer çatırdıyor ama ortada kırılıp dökülen bir şey de yok. Yirminci katına tıkıldığım bu gökdelenin kusursuzluğundan midem bulanıyor. İki farklı dünya yaşıyor oluşumuzdan. Ben parlak camlardan bulutlara bakarken o hayatları dinliyorum ama onlara ulaşamıyorum. Zamana da. Hepsi benim dışımda akıp gidiyormuş gibi. Oysa içimi bulandıran bu hayatı sevmiştim ben. Şimdi korkup kaçmak istediğim bu caddeleri, gökdelenleri, bana paydos olduğunu haber eden saatleri. Artık o saatlerden de utanıyorum. Ben öğle yemeği yerken insanların ölüm kalım savaşı vermesinden. Çayımı içerken, sigaramı ateşlerken ya da bir anlığına da olsa gülümserken. Ben yaşarken onların ölmesinden çok utanıyorum. Ve en kötüsü de onlar ölürken, yerlerinde olmaktan korkmaktan utanıyorum.

Sesler var. Tanıyıp kaybetmiş olmaktan korktuğum sesler. Oysa bu kent çoktan sustu. Bir korku dalgası geldi, ölüm akşamını vurdu. Havada ağırlık var. Belki de yerlerine ulaşmayan mesajların ağırlığı. Duyulmadılar, cevap bulamadılar ama biliyorum ki hep havada asılı kalacaklar. Sesleri sonsuza kadar uzay boşluğundan bize seslenecek. Ve günü geldiğinde hesap soracaklar. “Beni neden duymadın? Beni neden bulmadın? Oysa ben nerede olduğumu sana söylemiştim. Neden beni kurtarmadın?” Son kez sesini duyurmak isteyen insanların sözleri bir kitaptan gelircesine önüme akıyor. Her bir satırında nefesim ciğerlerimden uzaklaşıyor. Kalbimin bedenime hiç bu kadar ağırlık yaptığı olmamıştı. Hiç bu kadar sızladığı. Nasıl bir zamana düştük bilmiyorum ama insanlar bize seslenirken ölmüştü. Üstlerine önce duvarlar yıkıldı. Sonra yaşama umudu ve hayaller. Hayatla ölüm arasındaki savaşlarını canlı canlı izledik biz. Bir felakete en ön sıradan tanıklık ettik. Muhakeme günü geldiğinde ifade vermek istiyorum. Ben de birinci dereceden suçluyum. Çünkü dinliyorum ve susuyorum. Duyduklarımı saklıyorum. Hepsi silinip gidecek. Sıra sıra dizildiğimiz bu masalardakiler dışında kimse bilmeyecek. İletilmeyen mesajlar bizimle gidecek. Ama zaten bu saatten sonra yerlerine varsalar da nafile. Herkes için, her şey için çok geç. Hayat artık çok yarım. Ortada kocaman bir boşluk var. Bir uçurum. Tek yaptığımız etrafında dolaşıp, bizi yutacağı günü beklemek. En çok da bu ve bunu gibi gökdelenleri yutacak. Yitip giden insanlara yaptığımız son günahları.

Sesler var. Tanımadan da insanı ağlatan sesler. Kalanları, kurtulanları şanslı sayanlar. Ama bilmiyorlar ki onlarda ölümü diliyor. Onlara ölümden daha iyi bir alternatif olan yaşamı sunabilseydik belki böyle olmazdı. Belki o zaman feryatları gökyüzünden uzak olurdu. Belki çaresizlikleri son bulurdu. Kimseyi koruyamıyoruz biz. Çağırdıklarını bile çok geç duyuyoruz. Duyduğumuzda da bir şey yapmıyoruz. Bizim onları anlamamız imkânsız. Son sözlerini dinliyor olsak da imkânsız. Dünya gerçekten de onların başına yıkıldı. Ve insanlık adına ne varsa, o molozların altında kaldı. Hayatlar, umutlar, aşklar… Çoğu pişman şimdi. Arkalarında bıraktıkları kırık kalplerden. Dilemedikleri özürlerden. Sakladıkları sevgilerden. Geç kaldıkları sürprizlerden. Birinin gönderdiği son resimde duvarda balonlar var. Altın renginde seni seviyorum yazıyor. İki tarafında da kırmızı kalp balonlar. Şimdi o evden geri, bir tek o duvar duruyor. Ve yıkık, dökük molozların arasında havası kaçmış balonlar. Doğru zamanı bekleyen sürprizler, affedilmeyenler, sevdiğini söylemeyenler. O doğru zaman onlar için hiç gelmeyecek. Dünyanın bütün zamanları orada bitti. Artık çok geçti.

Sesler var. Tanımadığım sesler. Hiçbiriyle konuşmadım ama aslında hepsini duydum. Duyduklarımı yutmak zorunda kalınca da durdum. Gölgem onları dinlemeye devam etse de duruyorum. Buna iş dese de. Ay sonunda maaşını beklese de. Onların korkuyla titreyen seslerinde kaldım ben. Sözleri havada asılı beklerken. Nefesleri solarken. Tek tek sinyalleri giderken… Son mesajlarının iletildiğini hiç görmediler. Bir kez daha ışığı yüzlerinde hissedemediler. Onları evleriyle birlikte gömdük. Ama önce izleyip, sonra dinleyerek. Ölüme mahkûm oldular. Biz de bunu canlı izlemeye. Şimdi hepimizin üzerinden esen soğuk bir rüzgâr var ama üşümüyoruz. Umudun bile rengini kaybettiği bu topraklarda, artık sıcak bir evin hayalini dahi kuramıyoruz. Sadece duyulmak istiyoruz. Hissizlik ve tedirginlik arasında bir yerde beklerken, inşallah seslendiğimizde birisi bizi duyar diye umut ediyoruz.

Loading

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
Elif Can, 1988 Kastamonu doğumluyum. İstanbul’da başladığım eğitim hayatımı, İstanbul Ticaret Üniversitesi Bilgisayar Teknolojisi ve Programlama bölümünü birincilikle bitirerek tamamladım. Sürekli gelişim halinde olan bilişim sektöründe edindiğim eğitim ve çalışma hayatı tecrübesine rağmen, genç yaşımdan beri en büyük tutkum olan edebiyat kendimi en çok verdiğim ve geliştirdiğim alan oldu. Bu alanda katıldığım çeşitli atölye çalışmalarıyla birlikte çok okuyup, çok yazarak özellikle öykü türünde eserler ürettim. • Kaleme aldığım öykülerden bazıları, Notos Dergi, Edebiyat Haber, Asonans Dergi gibi çeşitli yayın mecralarında kendine yer buldu. • Son Ümit edebiyat dergisinin 2023 yılı öykü seçkisinde, bir eserimle yer almaya hak kazandım. (Telve adlı öykümle) • Aynı zamanda 2023 Ayşe Şengöz Öykü Ödülü yarışmasında birincilik kazandım. (Annemin Yaşı adlı öykümle) Bu gelişmeler ışığında, hiç bırakmadığım disiplin ve titizlikle yazmayı sürdürerek çalışma hayatıma devam etmekteyim.
Yazı oluşturuldu 5

Bir yanıt yazın

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön