Issız bir adada başlar bu hikâye.
Haritalarda adı silinmiş,rüzgârın bile yolunu unuttuğu,zamanın durduğu bir yer.
Geceleri yıldızlar biraz daha yakın görünür burada.
Ve ay…Ay, başka hiçbir yerde olmadığı kadar büyük,parlak ve dokunulacak kadar gerçektir.
O adanın kıyısında, yosun kokusunun denizle karıştığı kumlara çömelmiş bir kadın oturuyordu.susmuştu ama dilsiz olduğu için değil…
Adı yoktu,ya da çok önceden unutmuştu adını.
Gözlerinde uzun zamandır ağlanmamış gözyaşlarının ağırlığı, ellerinde ise geçmişin izleri vardı.
Bir zamanlar sevmişti.
Bir zamanlar inanmıştı.
Bir zamanlar hayal kurmuştu
Ama şimdi…oda sadece susuyordu.
İçinde bir ses fısıldıyordu geceleri:
“Bir yerlerde bir ışık var, seni arıyor. Hilaline dokunacak,yarım kalanı tamamlayacak.o burada,sabırlı ol”
Aynı adanın öteki ucunda,başka bir kadın vardı.
O da kaçmıştı.
Ama kimden,neden,nereye olduğu belirsizdi.
Bazen insanlar kaçmaz,sadece dururlar.
Dururlar ki ruhları yetişebilsin onlara.
İşte o da durmuştu.Kalbini yitirdiği yerde, adımlarını bırakmıştı toprağa.durmadan hafif esen rüzgarla bir tüy gibi kumlarda savruluyordu.
Geceleri ellerini göğe kaldırıyor, ay’a sorular soruyordu:
“Sen de mi yarıksın benim gibi? O yüzden mi bu kadar güzelsin?”
Ve sonra…günler süren ayrılık sonunda;
Bir gece,ay en parlak halini giydiğinde, yolları kesişti,birbirini aradıklarını bile bilmeyen eksik iki kadının.
Ne bir ses ne bir çığlık,sadece birbirlerini bulan iki çift göz ve buluşmadan haberdar gibi sakin iki zihin,
İki ruh.
İki kadın.
Birbirinin aynasında kendini gören iki yalnızlık.
Zaman durmuştu.
Sanki evren,onların buluşması için nefesini tutmuş,her saniyeyi seyrediyordu.
İlk söz,Hilal’den geldi:
“Sen de mi buradaydın,beni mi arıyorsun yoksa benim seni beklediğimi biliyormuydun en başından beri?”
Işık sadece başını salladı.
Sanki hep burada olacaklarmış gibi.
Sanki bütün ömürleri, bu an için yaşanmış gibiydi.
Günün ilk ışığıyla birlikte elleriyle küçük bir ateş yaktılar.
İlk defa biri diğerinin üşüyen parmaklarını tuttu.
Ve ilk defa, biri diğerinin gözyaşını silmekten utanmadı.
Çünkü ikisi de biliyordu:
Kırık bir kalbi, sadece başka bir kırık kalp anlayabilir.
Ve ruhun dilini, sadece ruhla konuşanlar duyabilir.
O günde ne mi yaptılar?
Çok şey…
Bir gün değil, bin yıl geçmiş gibiydi.
İlk kahkahalarını paylaştılar.
İlk defa aynaya bakıp çirkin hissetmeden gülümsediler.
Geçmişin karanlık odalarını beraber gezdiler.
Acılarını birbirlerinin ellerine teslim ettiler.
Birbirlerine “Sen tam da eksik olduğum yerdesin” dediler.
İkisi de karanlıktan çıkmıştı.
Ama biri ışığı,diğeri yönü taşıyordu!
Biri hilaldi…
Diğeri onu arayan ışıktı.
Ve fark ettiler ki:
Hiçbir fırtına sonsuz değildi.
Yeter ki bir el, diğerini sımsıkı tutsun.
Yeter ki biri “Ben buradayım, gitmeyeceğim” desin.
O gün, geçmişlerinin yasını tuttular.
Kaybettiklerini toprağa gömdüler.
Kendilerine mezar yapmadılar ama;
Çünkü ikisi de o gün yeniden doğdu.
Birbirlerinin rahmi oldu bu doğumda.
Birbirlerinin ilk nefesi.
Ve gece olduğunda…
Ateşin başında otururken, yıldızlara baktılar.
Hiç konuşmadılar.
Çünkü bazı geceler, kelimeler bile fazla gelir.
Sadece kalp konuşur.
Sadece ruh dans eder.
Ay gökteydi yine.
Ama bu kez yalnız değildi.
Altında, birbirine ait iki kadın, birbirinin hilalini tamamlıyordu.
Ve ışık, sonunda yolunu bulmuştu.
Milyonlarcayıldır teslimdi birbirine ışık ve hilal.
ada,deniz,rüzgar,güneş..hepsi bu tanıdık buluşmanın tekrarını seyretmişti sadece…