Mevsimler, hep soğukları işaret ediyorken duyuluyordu, içindeki heyecanı içe sığmayan, aynı uzak
grilere boyanmış semanın altındaki tek yürek olmuş çocuk sesleri… Etrafta hüzün kuşları… Boylu boyunca
uzanıyordu gölgeleri. Ve küçük bir kızın gözleri takılıyordu onca çocuk sesi arasında gökyüzündeki o resme.
İçinde büyüttüğü yarım bir hevesle boyanmış, çok eski bir çerçeveye… Hayat, ümitle yol alırken bize
kalanlarmış ya… Gözlerine takılan, kim bilir hangi hasreti çerçeveliyordu sessizce.
– Toparlanın artık çocuklar !
– Gözler ve kulaklar bando takımında çocuklar!
– Kolluklar takılmış mı? Bembeyaz olmalılar !
– Sırayı hiç bozmuyoruz, her davul sesinde solla başlayarak uygun adımdayız.
– Bugün bayram çocuklar ! Kollar sallansın, başımız dimdik ve gururla ! Gururla ! Gururla!…
Bu sözleri hiçbir zaman unutmayarak hayata devam eden bir çocuk büyüyordu şehrin
sokaklarında… Bayram sabahları, telaşından belki de yüzü hiç gülmeyen bir çocuk olarak… Heyecanlarını
kendinden büyük yaşayan bir genç olarak… Duyduğu her marş sesiyle ,o yıllardaki bembeyaz ve kolalı
kolluklarını hatırlayan bir yetişkin olarak sonra… Kendini, tutamadığı gözyaşlarını, eski bayram sabahlarına
bağışlar buluyordu; bir anne, bir abla, bir öğretmen olarak sonunda.
“Cumhuriyetimize yazın.” Diyorlardı bir gün.” Cumhuriyetimizin 100. yılına dair hislerinizi yazın
bize… Yazılacak şiirlerden biri, sadece biri, bestelenecek 100. Yıl Cumhuriyet Marşı’nın sözleri olacak
.”diyorlardı. Neler uyanıyordu biliyor musunuz yüreklerde? Hangi bayram günlerine geri gidiliyordu. Hangi
yeni kolalı kolluklar takılıyordu bileklere. Küçük bir bayram çocuğu edası filizleniveriyordu yeniden
yüzlerde .Yeniden o yollarda, kolları kocaman açarak, göğüs kabartılarak yürünüyordu. Ağaçlara toplanan
kuş sürülerine yeniden selam veriliyordu. Göğe çizilmiş o resme geri dönülüyordu. Gölgesinde ne
dağlar, tepeler aşılıyordu. Bir yanında bayramı, diğer yanında gururu hiç bitmeyecek o şanlı bayrağı
çıkageliyordu.
Öykünün kahramanı o küçük kız çocuğu, koca dağı babasından, yurdu annesinden yoksun
yürümeye çabalarken, yaşamın bu acı, kahır, yalan kokan sokaklarında, ilk kez bu kadar gururlu ve inanç
dolu yola çıkıyordu. Yollarına, kutsal bayrağımızın şanlı rengi ilk kez bu kadar çok ışık saçıyordu.
Cumhuriyetin varlığına adanmış bu memleketin her taşı, toprağı ilk kez bu kadar vatan kokuyordu. Çünkü
100. yılında bir cumhuriyet bestesine uzanıyordu kalemler. Geçmişin şanlı tarihinden geleceğe demet demet
çiçekler sunarak… Bayramları boynunda bir armağan gibi taşıyarak.
Ve bir sabah o küçük kız erken kalkıp, cumhuriyetin hissettirdikleri adına bir şiir yazıyorken
buluyordu kendini. Art arda, kulağındaki eski marş ezgileriyle tam 3 tane güfte yazıyordu. Büyük bir
heyecan ve umutla sözler hemen ilgili sayfaya yükleniyordu. Ve sonuçların açıklanacağı ,şiir etabını
geçtiğini belirtecekleri günü bekliyordu artık. Son anda gelen bilgi mesajıyla yarışma iletişimine geri
dönüyordu. Aranmadıysa kazanamamış olacağımı söylüyorlardı. Listeyi kontrol edip edemeyeceklerini
soruyordu küçük kız bu kez. Kontrol sağlayıp geri döneceklerini belirtiyorlardı.“ Birazdan
arayacağız.” diyorlardı. O bekleyiş, galiba ömrünce yaşadığı en sancılı bekleyişlerden biri olabilirdi.
Çalan telefonuyla baş başaydı artık. Ucundaki sese kulak veriyordu nefessiz… “Evet, siz finale kalan
bu 100 güftenin içindesiniz.” diyordu ses. Sonrası; boğazında bir düğüm ,tarifsiz bir mutluluk ve kahkahayı
çağrıştıran bir mutlu son ağlayışıydı.
Günler sonrasında adına alınmış biletlerle İstanbul yoluna koyuluyordu. Eşiyle İstanbul’a vardığında
,bu kente en son babasının hastalığına çare bulabilmek için geldiğini fark ediyordu. Onu bayram sabahlarına
hazırlayan annesini, “Hadi kalkın! Bugün bayram! Bugün cumhuriyet kutlanacak!” diyen babasını
anımsıyordu. Ve artık hayatta olmadıklarını, onlarsız bir gurur gününün ne kadar anlamsız geçeceğini
biliyordu.
Tören vakti yaklaşmıştı ve sevdiklerinin yürekleri de onun için atıyordu; öyle hissediyordu. Ve
saatler sonrasında tören başlıyordu. Sırayla isimler okunuyordu. Adı okunduğunda neler hissediyordu;
içinden çıkılmaz bir durumdu. “Oysa ..Oysa sizler yanımda olsaydınız, gecemin anlamına binlerce anlam
katılacaktı. Yalnızlığımı alıp götürecektiniz.” diyordu iç sesi. Oturacakları koltuklara adlarını iliştirmişlerdi.
Adının tanımı, ilk kez üzerinde böylesine ağır ve bir o kadar da yalnız hissettiriyordu. O gece her söz
kulaklarında uğulduyordu. Onlarsızlığı çağırıyordu her an… Her dakika… Ayaklarını yerden kesen o gurur
gecesinde, gururu olduklarını bildiklerini arıyordu gözleri.“Baba, ben buradayım bu gece! Kızının yazdığı
sözler günün birinde bir Cumhuriyet Marşı güftesi olabilecek belki ” diyebilmeyi o gece çok
istedi… Gerçekten çok… Çok…
“Sabah oldu, hadi kalkın! Bugün bayram!… Bugün cumhuriyet kutlanacak !”diyordu bir ses.
İrkiliyordum. Uykumun son anlarında babamın o hasret dolu sesi… Bir rüyadan uyanırken, yazdığım şu
kısacık öykünün içinde kaybolduğumu anlıyordum. Ve gözlerimi göğün o ağarmaya dönük yüzüne
çeviriyordum yeniden. Yine bir Cumhuriyet Bayramı sabahı. Yine o grilere boyanmış sema… Ve sanki şarkılar
söyleyen o eski martılar… Gökyüzünde asılı kalmış, içinde hasretin, içinde yarım kalmış o resmin, daha önce
hiç duymadığım içli ezgisi..
Oysa o küçük çocuk hiç büyüyemeyecekti, biliyordum. Ne zaman bir bayram olsa , sabahında
heyecanla uyansa, hep kızarmış ekmek kokusunu, bayram için alınmış rugan ayakkabılarını, annesinin
ütüleyip bileklerine taktığı bembeyaz kolluklarını ve gökyüzünde toplanmış martıların o yarım ezgilerini
anımsayacaktı. Mutlulukların da bazen garip kalabileceğini… Ama her şeye rağmen herkesin bir rüyası vardı,
benim rüyam da; her yaşımda kapımı çalan hasretlere rağmen günün birinde bir bayram coşkusuyla
uyandığımda, o yarım kalan resimdeki sevdiklerimle bir cumhuriyet marşı söyleyebilmek olacaktı. Sonsuz
bir gururla… “Yarım kalan hiçbir rüya olmasın bu hayatta” diyerek..