Veneta tabloya doğru küçük, çekingen adımlarla yaklaştı. Şimdi sıcak nefesi tablodaki yağlı boyaya çarpıp tekrar yüzüne vuruyordu. Resim öyle hareketli öyle canlıydı ki; saniyeler öncesinde babası Veneta’yı, Veneta da onu öpmüştü… Sabırsız parmaklarını tabloya doğru götürdü kadın ve içi titreyerek dokundu babasına. Sanki parmak uçlarından elektrik akımı geçti ve tüm bedenine yayıldı o an.
Çocuk sesiyle, hece hece mırıldanmaya başladı şarkılarını…
Kal – Bi-me Dü şen tohum – dan o çi – çek
Hiç dur – ma – dan Bü – yü – ye Cek…
Ve ben Şöy – le Di-ye ce-ğim
Ru-hum Tan-rıy-la Bü – tün – le – şi – yor…
Yaşadığı şeyin hayal mi gerçek mi olduğunu anlamak için yüzünü ovuşturdu. Gözlerini sımsıkı kapatıp derin bir nefes aldıktan sonra tekrar açtı. Gözlerine inanamıyordu… Veneta, onu hayrete düşüren resmi gözyaşları içinde, her ayrıntısıyla inceledi. Arabanın geçtiği patika yolun kenarında bir çite asılı olan levha vardı ve üzerinde de “Kent ormanı” yazıyordu.
Kadın içine düştüğü bu duruma hiçbir anlam yükleyemedi. Kafasını bir anlığına tablodan çevirip bakışlarını etrafında gezdirirken, gerçeklikle hayal arasında bir göbek bağı hissetti kendisini…
“Bayan!”
Duyduğu bu ses Venata’yı geçmişten şimdiye getirmeye yetmemişti. Tamamen sersemlemiş ve artık nerede ve ne durumda olduğunu bilmeyen boşlukta bir varlık olarak sayıklıyordu.
Tanrı güneşi bana göndermiyor…
Tanrı güneşi bana göndermiyor…
“Doktor sizinle görüşmek istiyor.”
*** on beşinci bölüm sonu