Ilık, nemli bir Akdeniz akşamında çalan telefonla ruhum alt üst oldu. Kalp çarpıntılarım hızlandı. Şekerim pik yaptı. Panik atağım tetiklendi.
Telefondaki ses ‘’geliyorum’’ demişti. Evet, kulaklarım yanlış duymadı. Bu ses Oğuz’un sesiydi. Geliyordu. Tamı tamına yirmi koca yıldan sonra.
Acaba nasıl geliyordu. Saçları beyazlamış, alnı kırışmış mıydı? Evli miydi? Evliyse çocuk yapmışlar mıydı? Bunların hiç birini bana telefonda söylememişti. Sadece bineceği uçak, uçak saati, ineceği günü…
Sakinleşebileyim diye kendimi balkona attım. Evim şehrin orta göbeğinde, en işlek caddenin üstündeydi. Caddeye kuş bakışı ayaklarımın altındaydı.
Gözlerimi caddeye diktim. Cadde her zamankinden daha kalabalık, insanlar her zamankinden daha telaşlı, ben se her zamankinden daha gergindim.
Tekrar Oğuz’u düşünüyorum. Yirmi yıl önceki görüntüsü geliyor gözümün önüne. Kunduz karası saçları. Kareyi andıran çenesi. O kocaman âdem elması. Bir an titriyorum. Kalbim çarpıyor. Yine yıllar önceki hislerim geri geliyor.
Beni mutfaktan gelen çaydanlığın fokurtusu sakinleştiriyor. Kendimi biraz toparlayıp mutfağa dalıyorum. Elim istemsizce üçüncü çekmecede duran çeyizlik niyetine aldığımız çay bardaklarına gidiyor. Çok severek almıştık onları. Elim bir an tereddütle havada kalıyor. Sonra düşünmeden alıp hasret kokan tavşankanı çayı bardağıma boca ediyorum.
Ağzıma aldığım koca bir yudumu gırtlağımdan mideye gönderiyorum. Bu gün her şey Oğuz oluyor. İçtiğim çay, çay bardakları, salonumda duran sarı sardunyalar.
Bir an onları sulamadığım aklıma geliyor. Bir koşu su dolu sürahiyle salona giriyorum. Onlara kana kana veriyorum sularını. Dur bakayım yaprakları toz mu tutmuş bunların?
Hep elimin altında duran kutudan iki çekim ıslak mendil çıkarıp yaprakları şefkatle siliyorum. Gözüme ne güzel göründüler bunlar bu gün diye içimden geçirirken dudaklarımın gülümsemekten hiç kapanmadığını duyumsuyorum.
Bir an duraksıyorum. İçime kapkara bir hüzün çöküyor. Rahmetli babam düşüyor aklıma. Sesi bu günkü gibi kulaklarımda. ‘’Bana damat olmaz bu ipsizden. Tek bildiği içip zil zurna sarhoş olmak. Bende bu çocuğa verecek kız yok’’
Oğuz’u gurbet ellere gönderen bu cümleler oldu işte. Her şeyi bir anda ardında bırakıp gidivermişti. Beni hiç düşünmemişti. Hiç umursamamıştı.
Gözlerim karardı. Düşecek gibi oldum. Salondaki sedire kendimi zor attım. Tansiyonum mu oynamıştı? Neydi beni bu derece sarsan? Bu soruları öylesine soruyordum. Cevabı ezelden beri bilinen sorulardı bunlar.
Ne çok sevmiştim Oğuzumu, ilk ve tek aşkımı. Hep onun da beni sevdiğini düşünürdüm. Bu düşüncelere kapılmama sarı sardunyalar sebepti. Beni her görmeye geldiğinde elleri sardunyalarla dolu olurdu. Onları gülümseyerek hızla elime tutuşturuverir, her seferinde eli elime değer, beni heyecanlandırırdı.
Sahi ne güzel elleri vardı. Hele o sedef rengi badem şekilli tırnakları…
Zihnim bir babamın, bir Oğuz’un, bir sardunyaların arasında mekik dokurken aklıma televizyon düşüyor.
Elim pervasızca kumandayı kavrıyor. Rast gele bir kanala açıyorum. Kanalda sarı saçlı spiker, spikerin ağzında gün ortası haberleri…
‘’Sayın seyirciler sizlere, şimdi aldığım bir son dakika haberini aktarıyorum. Almanya Türkiye hattında uçmakta olan aralarında ünlü iş adamı Oğuz Sayın’ında bulunduğu 220 sefer sayılı yolcu uçağı, sebebi bilinmeyen bir nedenle infilak etmiştir. Ölenlere rahmet, kalanlara baş sağlığı dilerim. Diyen spikerin, gözleri iki iri kuzgun gözü, ağzı yılan ağzı… Bana tıslamasıyla yere yığılmam bir oluyor. Yerde ne kadar kaldım bilinmez. Tek bildiğim sarı sardunyalar, Oğuz ve ben…