“Caminin sağ arka köşesindeki bizim ev, sevgili Zeki.” “Tahmin ettim, evet.” Sol koluyla ters bir “O” çizerek: “Şimdi sana öğrendiğim, bildiğim kadarıyla, anlatayım burayı.” Belediye binasının terasındaydı, genç öğretmen ve iki günlüğüne kendisini ziyarete gelen misafiri. Bir cumartesi öğleden sonrasıydı, güneş ışıldıyordu, sağdaki devasa iki ağacın yeşillenen yaprakları da baharın işaretçisiydi.
“Şimdi şöylece bir göz gezdirdiğinde, tüm yapıların, eski taş evler olduğunu, kalın duvarlarıyla çok eskilere tarihlendiğini görebiliyorsundur.” Arkadaşına bir göz attı, sakin sakin başını sallıyor, onaylıyordu onu, gözlerini manzaradan almadan. Devam etti: “Hemen sağımızda iki katlı bu konak besbelli variyetli birinin. Az ileride, sevimli bahçesiyle Köy Kahvesi’ni görüyorsun, Rıza Aga’nın kahve. Köyün toplanma yeri bir anlamda. Şurada kahvenin hemen solunda iki çocuk oynuyor ya, bir dükkânın önünde, işte orası da Muhtar’ın, Muhtar Mustafa Aga’nın bakkalı.” Arkadaşı anlatırken Zeki de anlattığı yerlere bakıyor, hafızasına kazımaya çalışıyordu ayrıntıları. “O çocuklar ne yapıyorlar orada?” “Hımm, bilmem, ama biri benim afacanlardan. Aşağı inince gider bakarız. Karşı sağ köşede bir kahve daha var, görüyorsun, orası da Tahir Çavuş Mustafa Aga.” Sözünü kesti arkadaşının. Aga, aga…” dedi gülerek, hep “aga” mı bunlar?” “Arkadaşım ben de kısa sürede köy hakkında öğrendiklerimi satıyorum sana… Valla halk kendi aralarında “Aga” diye söylüyor, bak altını çiziyorum “ağa” değil.” “Ben bunları aklımda tutamam, tutsam da ne işime yarayacak…”
Arkadaşını sıkmış olabileceği hissine kapıldı, insanları sıkmak, üzmek onu hırpalardı. Bir durgunluk oldu. Ne diyeceklerini bilemediler bir süre. Belki Zeki de arkadaşını kırdığını düşündü. Toparladı lafı, kaynattı: “Hadi devam et, tanıtmaya… Ben de öğreniyorum ne güzel.” Sağ eliyle karşıyı gösterdi, bir küçük duraksamadan sonra. İşte karşıda bir kahve daha, merdivenlerle çıkılan, bu da Ömer Aga’nın.” der demez ikisi de bastı kahkahayı. “Al sana bir ‘aga’ daha…” Şu karşıdaki küçük berber dükkânı, onun oğlu benim öğrencim, Şaban; hemen solundaki bakkal dükkânı, Hasan Aga’nın, Kazık Hasan” Neden kazık dendiği hakkında yorum yapmadı ikisi de. Bu lakabın nereden kaynaklandığı pekâlâ tahmin edilebilirdi. Yanında küçük bir dükkân ve onun solunda, yolun bitişiğindeki camiyi gösterdi, parmağıyla. Ana yolun hemen solunda caddenin karşısındaki inşaatın belediye tarafından yaptırıldığını söyledi.
İnşaat alanından az kendilerine doğru olan yerde, yine binalar sıralanıyordu. Uçtaki kahve, Mehmet Çavuşların Muhittin’in, hemen onun yanında da kardeşinin bakkalı, Halil’in. “Bak, bu hemen solumuzdaki bir terzi dükkânı,” bitişiğindeki iki dükkânı da anlatmaya çalıştı bildiği kadarıyla. Geldi dayandı üzeride bulundukları binaya. Önündeki Atatürk Heykeli’ni gururla vurguladı. Hemen karşıdaki koca çınar ne de görkemliydi öyle! Ya Rıza Aga’nın Kahve önündeki kara yemiş… Eminim yazın yapraklarıyla kahvenin bahçesini karartıyordur, diye geçirdi içinden.
“Ee, ne diyorsun?” “Valla tam bir panorama oldu bu açıdan. Şimdi karar veremiyorum 50X100 mü olsun yoksa 50X70 mi… Hele bir inelim aşağıya. Şu çocukları merak ettim. Ne yapıyorlar orada. Onlar köy meydanında vurguladığım yer olabilir.” Merdivenlere yöneldiler. Teras için özel bir merdiven yoktu. Sadece gerekli durumlarda kullanılan ağaç bir merdiven. Çıktıkları gibi, merdivene yüzlerini dönerek ve de tutunarak indiler aşağıya. Bina çıkışında bekleyen memura teşekkür etti genç öğretmen, bu mesai dışı günde binayı açıp terasına çıkmalarına yardımcı olduğu için.
Sağa birkaç adım attılar, kurnadan at arabasına su dolduran Halil Aga’ya (Aga dediler, gülüştüler gene) ‘kolay gelsin,’ geçtiler yanından, iki ufaklığın oyun alanına vardılar. İkinci “Orhan!” seslenmesinde çocuklar oyunlarından başlarını kaldırdılar. Hemen toparlandı, kalktı ayağa: “He, öğretmenim.” Oğlum, ‘he değil, efendim olacak’ demeyi geçirdi içinden, vazgeçti: “Ne yapıyorsunuz burada oğlum?” Çocuk bir öğretmenine bir de kendini inceleyen diğer yabancı iki göze baktı, ne söyleyeceğini bilemiyordu. Heyecan mı? Değil. Korku mu? Sanmam. Endişeliydi ama. Sanki suçüstü yakalanmış gibi, “Öğretmenim, Ayi’yle oyun oynuyoruz.” Arkadaşının evinin avlusunda, kendi evlerinin yüz metre altındaydılar. Muhtarın dükkânın önünde film afişlerinin hemen altında, ellerinde telden yaptıkları oyuncaklarıyla saflıklarını, masumiyetlerini sergiliyorlardı. “Ali, hangi sınıfa gidiyor çocuğum?” “Öğretmenim, Çeçeli Ali, ay… Yani Ali bizden küçük, üçe gidiyor.”
Öğretmen bir Orhan’a bir Ali’ye baktı, sanki boyları aynıydı. “Neden Çeçeli diyorsun?” “Onların lakapları öğretmenim, bizimki de Değirmenci.” Aralarındaki bir-iki yaş farkı çocuklukta çok da önemli değildi hani. Oyun bu, kurulur, aynı sokaktaysan sorun da olmazdı. Ali’yi incelemeye başladı, ince uzun
“Oğlum, şuna bir bakabilir miyim?”
zayıfça bir şey. Yüzünde bir gülümseme asılı. Mavi kareli, alacalı bir gömlek, ucu pantolondan çıkmış; çocukluk bu, umurunda mı ya da farkında mı? Çok önemli bir iş görüyor. Öyle ya çocuk bunlar. Oyunları, en önemli işleri. “Senin öğretmenin kim Ali?” Soruyu sordu ama gözü Zeki’deydi, Çocuktan aldığı telden oyuncağı inceliyordu arkadaşı.
“Öğretmenim bizim köyde en güzel telden arabayı Ali yapar.” Afacan Orhan, arkadaşının çekingenliğini geçiştirmeye çalışıyordu. “Bak bu benim taksi,” elindeki telden arabayı gösteriyordu, “ama Ali’nin damperlisi nasıl?” şimdi de Zeki’nin elinde evirip çevirdiği tıpatıp bir kamyonu işaret ediyordu. Ali’nin yüzündeki gülümseme biraz daha belirginleşti. Artık iyiden iyiye gülüyordu mahcup çocuk. Arkadaşının elinden aldı telden arabayı. Kafasını yana yatırdı; iri, kemikli elleriyle bir yerlerini eğip büktü, yerdeki telden bir parça aldı, taşla vurdu, kesti, Orhan’ın taksiye bir şeyler ilave etti, tekrar eğdi, düzeltti. Onu izleyen dört büyük ve iki küçük gözün farkında bile değildi. Hayatındaki en önemli işi yapıyordu. Birkaç dakika sonra tutuşturdu yeni oyuncağı arkadaşının eline. Artık bambaşka bir şey olmuştu bu taksi yeni haliyle: Kuyruklarıyla, Chevrolet İmpala. “Ne güzel bir ‘damperli’ bu böyle.” Geri verdi telden arabayı: “Hoşça kalın çocuklar.”
“Şimdi ne yapıyoruz?” “Hımm, bize çerçeve yapmak için çıta, tahta gerek.” “Ondan kolayı ne, şurada az aşağıda marangoz var. Fahri Abi, ondan alırız. Aldılar da, ölçüsüne göre kestirdiler üstelik. Karar vermişti arkadaşı 50X70’ten bir tuval yapacaktı. 2X3 kalınlığındaki çıtalardan iki tane 50, iki de 70 cm. kestirdiler ve yollandılar eve. Yol boyu konuları o iki çocuktu. “Resimde vurgulayacağım unsura karar verdim.” dedi Zeki. O iki çocuk ve telden arabaları, özellikle Ali’nin marifetli elleri.
“Bir çekiç gerek.” “O kolay.” dedi ve bir koşuda ev sahibinden aldı geldi. “Keser olur mu?” Evin önüne çıktılar. İkindi ezanı kulaklarındaydı. Ne de olsa camii on adım önlerinde. İşe girişti Zeki: “Marangozda iki çeşit ağaç vardı, çam ve kavak. Adı neydi? Hah, Fahri Abi, çamdan kesti bizim çerçeveyi. İşi biliyor, kavak uygun değildir, hafiftir, yamulur.” Tuvalin çerçevesini çakıyordu bir taraftan. Dikdörtgen oluşmuştu. Tuttu kenarından evirdi, çevirdi, yukarı kaldırdı, düz bir zemin arandı, içeri girdi, masanın üzerine yatırdı. “Tamam!” dedi. Çıktı dışarı, yanında çantası da vardı şimdi. Açtı, içinden bir bez çıkardı. Çerçeveye göre kesti, Bir ucundan başlayarak gergin bir şekilde tutturdu çerçeveye. Dört ucunu da raptiyelerle tutturarak hazırladı malzemeyi. Tekrar evirdi çevirdi, yere bıraktı. “Masayı dışarı çıkarabilir miyiz?” “Elbette, birlikte çıkaralım.” Katlanır masanın bir ayağını küçük bir taşla düzleştirdi, sabitledi, üzerine yerleştirdi tuvali.
Bir kutuda bir karışım oluşturdu, arkadaşına açıklama gereği duydu. “Tuvali resim çizmeye hazırlamak gerek öncesinde. Öyle minare gölgesi, davul tozu falan değil. Bildiğin tavan boyası bu, biraz da beyaz tutkal.” Meslek sırrı verir gibi sesine bir ciddilik katıp, biraz da fısıldayarak: “On birim tavan boyası, iki birim beyaz tutkal, eh, biraz da su.”
Koyu bir ayran kıvamında, ya da belki sulu yoğurt kıvamındaki bu bulamacı kalın bir fırçayla tuvale yedirdi. Bıraktı, “Kurusun.” dedi, bir süre konuştular, okuldan, derslerden… Seçmeli resim dersinde karşılaşmışlardı, Güzel Sanatlar’dandı, birkaç yaş büyüktü kendisinden. Uzattıkça uzatıyordu okulu. Sanatçılık böyle bir şeydi işte. “Burayı resmetmeliyim,” demişti gelir gelmez. Ne güzel! Lafladılar bir süre daha. Kurumuştu tuval, çantadan bir parça zımpara çıkardı. İri pürüzlerden arındırdı. Aynı bulamaçla gene sıvadı tuvali. Bu kez bir cetvelle iyice düzledi zemini, bıraktı kurumaya yine. Başını kaldırdı: “İyi ki yazmışım sana.” “Evet, iyi ki geldin. Sahi, buradan İzmir’e mi geçiyorsun?” “Hayır, daha aşağıya, Kuşadası’na. Sezon başı oralarda bir iş tutarım belki.” “Okul?” “Bitmedi tabii, aman, biter bir gün. Hem bitse ne olacak ya da bitmeli mi?” Sanatçı ruhu böyle bir şey olmalı diye düşündü, arkadaşının bu rahatlığına anlam veremeden. Tekrar zımparayı eline aldı Zeki, inceden bir zımparaya başladı. Bu kez birkaç zımpara arasında tuvale dikkatle bakıp inceliyor, tekrar rutinine devam ediyordu. Ne kadar sürdü bu işlem bilemediler, ama pürüzsüz bir zemin oluşmuştu artık. Hava da kararmıştı bu arada.
“Ben akşamlık bir şeylere girişeyim.” dedi misafirine, daldı içeri. “Yardım? Birlikte yapalım”. “Gerek yok sen resmine bak. Hem, merak ediyorum resmi, köyü.” İçeri geçildi, akşam yemeği menemen ve makarnaydı. Tam bekâr işi.
Pencerenin önünde, şövaleye yerleştirdiği tuvalin karşısındaydı. Manzarayı gözünün önünden geçirdi ilkin. Çocuklar, telden arabalar, Ali’nin kemikli elleri… Ufuk çizgisini düşündü, sonra da ışığı. Sağ üst köşeden gelmesi uygun olacaktı. Aldı paleti eline, ana renkleri, sarı, kırmızı, maviyi epey sıktı, sonra açmak ve koyulaştırmak için biraz da siyah ve beyaz. İnce bir fırçayla meydanın, kahvelerin, çocukların ve de telden arabaların desenlerini çizdi. Oynayan çocuklar ve telden araba ön planda olmalıydı. Bunu da perspektif, ışık ve gölgeyle yapacaktı. Şov başlamışı, şimdi boyama zamanı.
Başını resimden ayırmadan: “Ne okuyorsun?” “Çalıkuşu. Burada, Bursa’da öğretmenlik yaparken yazmış Reşat Nuri.” Resim şekillenmeye başlamıştı, “Köy Meydanı,” ben buradayım diyordu artık. Sağ alt köşede oynayan iki çocuk tuvalin dörtte birini kaplıyordu. Evet, vurgu onlardaydı. Hatta, damperli kamyonda, Ali’ni yaptığı. Bu kamyon hangi markaydı, bir markanın tıpatıp aynısıydı, ama hangisiydi bu? Bir gözü tuvaldeydi ama gözleri kapanıyordu artık. Uykunun tatlı kollarındaydı şimdi.
“BMC!..” diye fırladı yataktan, gecenin bir yarısı. Ter içinde kalmıştı. Lambayı yaktı telaşla. Odada yapayalnızdı.
10.04.2024
Namık Budak
namikbudak@gmail.com