Edebiyatın var oluşuna baktığımızda, ilk şair ve ilk yazar olarak tek bir isim görürüz. Milattan önce 2285-2250 yılları arasında yaşadığı düşünülen bu ilk edebiyatçının adı Enheduanna. Ve bu bir kadın. Buradan yola çıkarak şunu söyleyebilirim. Kadın her alandaki üretkenliğinde olduğu gibi edebiyatta da ilk üreten olmayı başarmıştır.
Buraya kadar her şey güzel ancak iş, eril düşüncenin egemenliğine gelince orada tüm doğrular çürütülüyor ne yazık ki. Her alanda ikincil olarak görülen kadınlar; edebiyat alanında da ikincil olma, küçümseme, yargılama gibi pek çok kodlanmış öğreti sonucunda kadının kalemini baskılamaya devam ediyor ve edecek. Her başarıyı, her madalyayı sadece kendi tekelinde bilen erkek hegemonyasının, kadını edebiyat anlamında da payelendirmeye hiçbir zaman gönlü elvermeyecek. Tıpkı Virginia Woolf’un dediği gibi. “Yazan bir kadına ne kadar büyük bir muhalefet olduğu tahmin edilebilir.” Ünlü yazarın daha o dönemlerde söylediği gibi bu muhalefet çok uzun yıllar daha kadının edebiyatçı yanını görmezden, duymazdan, bilmezden gelecek. Ki bu kör dövüşü için Virginia Woolf öngörülerini şu sözlerle dile getirmiş. “Benim açımdan kadınlar ve kurmaca, hâlâ çözümü bulunamamış sorunlardır.” Ve o günden bu güne değişen çok bir şey olmamış ve kadınlar edebiyat alanında hâlâ baskılanmaya devam etmiştir.
Kadın yazarı baskılayan en önemli faktör yargıdır. Bu yargı kadını toplum öğretileri çerçevesinde, toplum tarafından kabul görebileceği alanlarda yazmaya itekler. Toplumumuzda bir yazar olarak zaten içimizdeki editörün “El âlem ne der?” kıskacında hapsolurken, bir de kadın yazar olmanın kıskacında, “El âlem ne der, yazdığım kurmacalarımdaki kahramanlarımın ben olduğumu mu düşünürler, yaşananları benim yaşadığımı mı zannederler, kurmacamdaki düşüncelerin benim düşüncem olduğunu mu düşünürler?..” gibi pek çok iç sesimiz bizi belli şablonlar içinde yazmaya zorlar. Tabii ki sonrasında yazdıklarımızın toplum tarafından kabul görebilmesi için pembe pembe metinler üretmeye başlarız. Ancak iyi bir kurmaca bence hiçbir zaman pembe olmamalıdır. Çünkü yaşamın kendisi zaten pembe değildir. Eğer içinde bulunduğumuz kitlenin sosyal, kültürel ve siyasal yapısını irdelemek istiyorsak (ki bir yazarın temel amacı bu olmalı.) cicim cicim kurmacalarla, cicim cicim kahramanlarla iyi bir edebi yazı üretmemiz bence olası değildir.
İşte tam da bu noktada özellikle kadın yazarlar toplumun gerçeklerini kaleme almaya başladıklarında tukaka edilmeye mahkûmdur. Burada eril gücün büyük payı vardır elbette. Ancak ne yaman bir çelişkidir ki, kadın okurlar da dilini özgürce kullanan kadın yazarları topa tutabiliyorlar. O kadın yazarı; kadın düşmanı, erotik roman yazarı, hafifi meşrep bir kalem… gibi gibi pek çok etiketler ekleyerek ‘kötü yazar’ kimliğinde yaftalayabiliyorlar.
‘Kum Gibi’ adlı romanımda bunu yaşayanlardan biri olarak kadın okurlar tarafından topa tutulmak beni oldukça üzdü. Bu üzüntüm elbette ki kendi adıma değildi. Asıl sorun hemcinslerimin, düşüncelerini dahi eril doğruların çerçevesine hapsederek toplum gerçeği olan tecavüzü kurguladım diye beni tukaka ilan etmeleriydi. Daha önce de dediğim gibi gerçek yaşam pembe değil, cicim cicim hiç değil ve ben toplum gerçeklerini kaleme alan bir yazar olarak gerçekleri dillendirmeyi kendime görev biliyorum. Ve bu ilkelerimden hiçbir durumda vazgeçmeyeceğim. Bir diğer romanım olan ‘Salı Ertesi’inde ise küçük yaşta istismara uğramış bir erkek yazarın yaşam hikâyesini yazdığım için topa tutuldum. Neymiş efendim cinsel ilişkileri o kadar açık seçik yazmamalıymışım.
Şimdi bütün bu olanlar ülkemizin, güler misin, ağlar mısın hallerinden tipik bir durum aslında. Edebiyat var oldu olalı sayısız yazar bu konularda sayısız eserler üretti. (Özellikle erkek yazarlar demek daha doğru olur.) Ben ne ilkim ne de son olacağım ama buradaki asıl hassas nokta bu yazarın bir kadın yazar olmasında yatıyor. Erkek yazarın tukaka edilmediği bir konu üzerine kadın yazar bir eser üretince ne yazık ki tipik bir ‘Vurun kahpeye’ baskısıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Kadına ve çocuğa şiddet konularında oldukça hassasım ve kurgularımda bu konuları ele almayı daha önce de dediğim gibi kendime bir görev biliyorum. Bunun için de kadının özgürlüğünün kadından geçtiğine inananlardanım. Dilimize pelesenk olmuş ‘erkek şiddeti’nin son bulması için öncelikle biz kadınlar kendi gücümüzün, yeteneklerimizin, misyonumuzun farkına varıp kendimizi her alanda donatmalıyız ki; her türlü şiddeti ortadan kaldırabilelim. Unutmayalım ki, geleceğin insanlarını biz anneler yetiştiriyoruz. O mini minnacık çocuklarımızı hamur gibi yoğurup biz şekillendiriyoruz. Hasılı gelecek nesilleri biz kadınlar inşa ediyoruz. Ve böyle bir çağda bile hâlâ, kadına ve çocuğu şiddeti konuşuyorsak bunda bizim payımız büyük. Ve hâlâ bir kadın yazarı, bir erkek yazar gibi özgür yazıyor diye mahkûm ediyorsak bu da bizim özrümüz.
Kadın olmak zaten başlıca sorunumuzken, bir de kadın yazar olmak elbette ki zor. Bunun için çok güçlü olmak gerekir. Virginia Woolf, kitabına da adını verdiği bu konuya şöyle bir açıklık getirir.
“Eğer bir kadın kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır; ve göreceğiniz gibi bu, kadının gerçek doğasına ve kurmacanın gerçek doğasına dair büyük sorunu çözümsüz bırakmakta.” Kendine Ait Bir Oda / Virginia Woolf
Buradan çıkarım yapmak istersek. Kadının maddi özgürlüğü her alanda kendini özgür kılacağı gibi yazarlık yolculuğunda da özgür kılacaktır. İşte bu safhada kadın yazar; kocam ne der, çocuklarım ne düşünür, komşum beni ne zanneder gibi safsatalardan uzak, kendi içinden geldiği gibi kurmacalar yazarak özgün eserler çıkarabilecektir. Tabii ki öncelikle birilerinin kızı, eşi, annesi gibi kimliklerinden önce kendi kimliğini edindiği sürece.
Edebiyatla kalın.