Gökçe, yirmi sekiz yaşının bilmem kaçıncı uykusundan uyandı. Başucundaki saatin zili çalmamıştı henüz. Geç saatte yatağa girmiş olmasına rağmen bu kadar erken kalkabilmesini -uykusunu almış olarak üstelik, hayra yordu. Mutfağa giderken de iyice bir esnetti kendini. Okul yıllarında yaptığı hareketleri düşündü. Gözleri sürmeli bir beden eğitimi öğretmeni vardı, ismini hatırlayamasa da yüzü gözünün önüne geliverdi. “Haydi bakalım, şimdi de ağaçtan elma topluyoruz, bakalım en yüksekteki elmalara kimler ulaşabilecek.” Sesini, hatta mimiklerini bile hatırladığı öğretmeninin isminin aklına düşmemesine üzülse de elma toplama hareketini yapmıştı birkaç dakika. Kendini yenilenmiş hissetti.
Su içerken gördü mutfağın darmadağınık halini. Şimdi toplamanın sırası değildi. Üzerine mor renkli hırkasını geçirip balkona çıktı. İzmarit dolu kül tabağı vardı masanın üzerinde. Önce onu boşalttı. Sonra da güneşin yükselişini izleyip içini boşaltacaktı, öyle de yaptı.
Balkonu, oturma odasını, yatak odasını toparlayıp mutfağa el atmalıydı. Her ne kadar dinç hissetse de kendisini ev işlerinin enerjisini yutacağından korkardı. Ya sonrasında çok yorgun hissederse? İşte o zaman, ya kendisini yeniden mahkûm ederse yatağa? Bu döngüyü kırması gerektiğini düşündü.
Aynada kendine baktı uzun süre. Bir zaman sonra bakışları yabancılaşmıştı. Guruldayan midesinin sesine kulak verip mutfağa yöneldi. Tezgahtaki bulaşıkları yıkadı. Masanın üzerindekileri yerlerine kaldırdı. Çayı demledi, hem de en sevdiği gibi: Yoğun bergamot aromalı. Çay demlenirken oturma odasını toparladı, yatağını düzeltti, çöp poşetlerini aşağı götürüp konteynıra attı. Bütün bunları fazla incelemeden, fazlasıyla yüzeysel yapıyordu. Kendine güzel bir kahvaltı hazırlayıp minik balkonunda keyif yapmaktı niyeti.
Hava yeni aydınlanmaya başlıyordu. Kuşlar, rüzgâr, bulutlar, sokaktan geçen tek tük insanlar, kediler… Ve bir de Gökçe. Her şey, herkes yerini almış; güne hazırlanıyordu. Gerçekten hazır olup olmadığını sordu kendine? Net bir cevap alamasa da kahvaltı tepsisini usulca bıraktı balkon masasına. Aceleyle ve sevgiyle hazırladığı yiyeceklerden yedi, üç bardak da çay içti. Yalnız kalmanın iyi yanı mı kötü yanı mı olduğunu bilemedi, “çayı madem demledim en az üç dört bardak içmeliyim” fikrinin.
Derin bir temizlikten geçirmek istediği evinin tüm odalarının kapısını kapattı zihninde ve kalbine yöneldi. Yorucu, yıpratıcı, hatta sömürücü bir ilişkiden kalan enkazı kaldırmalıydı içinden. Altı yıl süren birlikteliğinde; değil her yılı, neredeyse her günü için verdiği emekleri düşündü. Heba olan günlerine yas tutmayı bırakmalıydı? Ama nasıl yapacağını bilemiyordu.
Çayını yudumlarken bir yandan düşünüyor bir yandan da gökyüzünü izliyordu. Bulutlar, bazen güneşi hızla geçiyor, bazen de üzerinde bekliyormuş gibi görünüyorlardı. Güneş, ışığını kapatan bulutlar için bir çaba sarfetmiyor, sadece bekliyordu. Evet, tam olarak bu. Belki de şu an ayrıntısıyla gördüğü bu doğa olayını bir mesaj olarak düşünmeliydi. Öyle de yaptı. Bekleyecekti…
Kahvaltı masasını topladı, balkonu yıkadı, ütü yaptı. Semt pazarından sebze, meyve aldı. Eve geldiğinde bir yorgunluk kahvesi yaptı kendine. Uzun zamandır okumayı ertelediği kitabına baktı. O bunca şeyi yaparken henüz ikindi bile olmamıştı. Akşam için bol zeytinyağlı bir sebze yemeği yaptı. Ilık bir duş sonrası şekerleme bile yaptı hatta.
Balkona çıktığında işlerinden dönen insanları gördü. Ellerinde ekmek torbalarıyla yuvalarına gidenleri, pencereden sarkıp çocuğunu çağıran anneleri, dükkanının önündekileri içeri taşıyan koca göbekli bakkalı, pusetinde ağlayan bebeği, kendisini sokağın tek sahibi ilan eden pasaklı tekiri, boş arabasını sevinçle götüren simitçi abiyi, gökyüzünde ahenkle ve uyumla dans eden sığırcık kuşlarını…
Uzun uzun çalan telefonunu açmadı, en yakın arkadaşını aramadı, kapı girişinde birikmiş postalarını okumadı, televizyonu açmadı, derin derin düşünmedi hiç…
Serin rüzgâr okşarken yanağını güneşe baktı. Bulunduğu açıdan görmekte biraz zorlansa da batmadan birkaç dakika önce gülümsüyor gibi gelmişti ona. Bulutlar tam o an çekilmişti ve kendini göstermişti güneş.
Pes etmek yok, diye söyledi kendine…