Koltuğun üzerindeki bilgisayarını, dağınık yastıkların arasından çıkardı. Kaptığı gibi, kendini önce koridora attı. Çalışma odasına nasıl geldiğini sonradan hatırlamayacaktı bile.
Duvarda sabitlenmiş kitaplıklarda, artık yer kalmamıştı. Yan yana, üst üste, araya yamuk yerleştirilenler, düşecek gibi duranlar. Bunlar yetmiyormuşçasına, yerlerde üst üste yığılı olanları da atlamamak lazım. Hele masanın üzeri. Mürekkepten doğma harfler, küçük not kağıtları üzerinde saçma birer harita oluşturmuştu. Bu kağıtlar, sayfaları işaretlenmiş, katlanmış kitapların arasında yer bulmuşlardı kendilerine. Aynı not kağıtlarını duvarlarda bile görmek mümkündü. Odaya girince içini büyük bir huzur kaplamıştı. Her kıpırdayışta sesler çıkaran sandalyesine oturunca, engelleyemediği gülümsemeyi gene yaşadı.
Bir keresinde, eve aldığı kadın, bu odayı da temizlemeye girmiş, girdiğine de pişman olmuştu. O temizlik gününde söylemediğini bırakmamıştı. Hiçbir şeyin yerinin değiştirilmesini istemiyordu. Eşyaların üzerine konan toz parçacıklarının yokluğunu dahi düşünemiyordu.
Elleriyle kitapları sağa sola iterek, bilgisayarını her zamanki yerine koydu. Kapak açılınca yeni bir hayat da başlamış olacaktı. Sağ işaret parmağını ışığı görene kadar düğmeye basılı tuttu. Yazım sayfası açılana kadar sıkıldı. Tuşlara basmaya başlayınca kasları gevşedi, yüzünü hafif gülümseme kapladı. İçinde, sadece buraya gelene kadar gördüğü yüzler ve duyduğu sesleri unutabilmenin kaygısı vardı. Bir an önce yazmalıydı.
Artık tuşlar onundu. Yazıyordu. Arada derin nefesler alıyor, sonra hızlıca geri veriyordu. İlk sayfanın bittiğini son anda fark etmişti. Ta dünden büyük bir bina yapacak mimarın, tasarım hassasiyetiyle kurmuştu kendini. Her şey hazırdı. Parmaklarını klavyenin ritmine bırakmıştı.
Oda sessizdi. Kelimelerle yoğruluyor, harflerle dans ediyordu. Her yeni cümle sonu şımarıyor, her yeni paragraf sonu ile umutlanıyordu. Günlerdir aklından geçenleri, şimdi cümlelere dökünce harcadığı çabayı ağır bir kıyafet gibi üzerinden çıkarıyordu. İmleç ilerlemeye devam ediyordu.
“İçerinin tam gözükeceği büyüklükte ancak oturanların gözükmediği loşlukta penceresi olan mekânın müşterisi bu akşam çok gibiydi. Kapıyı açınca burnuna, istemeden içine çektiği kahve kokusu dolmuştu. Etrafına bakınarak boş masa aradı. Hep cam kenarına otururdu. Bu sefer duvar kenarında, diğer masalardan daha küçük, emanet gibi iliştirilmiş köşeye oturdu. Duvarlarda asılı fotoğrafları, yazıları, tabloları incelemeye başlamıştı. Her gelişinde yapardı bunu. Tezgâha yakın yere, büyük bir kedi tablosunun asıldığını fark etti.” Satırlarını yazarken bir an kendini o masada buldu.
Kitaplarla dolu odasından çıkmış başka bir aleme atmıştı kendini. Bundan sonrasını yazmak değil de yaşamak istiyordu.
Yuvarlak masanın etrafındaki sandalyeler birbirinden farklıydı. Bunu fark edince tüm masa ve sandalyelere tek tek baktı. Sadece buradakilerin öyle olduğunu anladı. Önceden burada bir saksı olduğunu hatırladı.
“Her zamanki gibi erkenden gelmiş, yerini almıştı. Zaten gelmesine yarım saat vardı. Hep ondan önce gelir, etrafı izlerdi. İnsanlara bakmak hoşuna gidiyordu. Cam kenarında oturmayı severdi. Her erken gelişinde, sokağın karşısından belirmesi ve binaya doğru yürümesini izlemek aklını başından alırdı. O ise, iki basamaktan çıkılan girişe varınca, kapıyı açmadan camda yansıyan kendine bakıp saçlarını düzeltirdi. İçeri girer girmez etrafa bakınır, beni arardı. Önce gözlerimiz buluşur, sonra kollarımız. Fondaki ağır müzik bu buluşmaya eşlik ederdi. Kucaklaşırken dışardan getirdiği serinlik üzerine sinmiş olurdu.”
Bu akşam birçok şeyin farklı olduğunu düşündü. Her zaman cam kenarında yer bulurken, bugün saksının yerine konmuş, uydurma iki sandalyeden oluşturulmuş duvar kenarında, bir köşede kendine yer bulabilmişti. Birkaç defa mutlaka yanına uğrayan garsonun bu akşam umurunda bile değildi. Kedi tablosunu hatırladı. O da klasik otomobil fotoğrafının yerini almıştı. Gözü, duvardaki çerçevelerin arasında kendine zor da olsa yer açmış saate takıldı. Buluşma saatinden on dakika geçmişti. Hemen kolundaki saatle karşılaştırdı. Doğruydu.
Ayağa kalktı, kasaya doğru yürüdü. Tanıdık yüz aradı. Kasada ilk defa gördüğü, saçları uzun, kolunda yazılarla dolu dövmesi olan genç bir kız vardı. Kızın konuşmasına fırsat vermeden “Selda yok mu?” diye sordu. Kız “Üç gün önce ayrıldı beyefendi” dedi. Sağa sola bakınırken, önceki buluşmada onlara, o nefis kekleri öneren ve servisini yapan oğlanı gördü. Yanına yürürken, ilk defa zemindeki eskimiş döşeme tahtalarının gıcırtılarını duymadı. Bu akşam, buranın çok kalabalık olduğunu bir kez daha teyit ediyordu. Saçları at kuyruğu bağlanmış garsona yaklaştı. “Beni hatırladınız mı?” diye sordu. “Tabi ki hatırladım abi. Siz devamlı müşterimizsiniz, Yanınızda bir abla vardı hep. Bu akşam yok mu?” Bu konuşmayla biraz olsun rahatlamıştı. “Ben de onu soracaktım. Biraz geç kaldı da.” Elindeki tepsiyi tezgâha bırakan genç “Abi bu akşam hiç görmedim” deyince aklına trafik geldi. Teşekkür edip masasına geri döndü.
Biraz daha beklemeliydi. Bu akşam etrafta çok insan var, diye düşündü. Garson ara ara, üç kere uğrayıp sorsa da gelmeden bir şeyler içmek istemiyordu. Gözü tekrar saate takıldı. Haddini aşan yelkovanın suçu yoktu elbette. O görevini yapıyordu. Gene kolundakiyle karşılaştırdı. Yarım saat olmuştu. Yoktu.
Yelkovan durmuyordu. Bu akşam daha anlayışlı olması beklenirdi. Onunda bu akşamın bir parçası olduğunu hatırladı. Saatin çevresinde asılı, boyaları yer yer dökülmüş, ahşap çerçeveli tabloların yelkovana yakarışlarını duyar gibiydi. Nafile, yelkovan kafaya koymuştu. Sonunda bir saat olmuştu ve gelmemişti.
Saatler ilerlerken, “O masaya keşke oturmasaydım.” kelimeleri boşaldı ağzından. Gelmemişti. İlerleyen dakikalar boyunca da gelmeyecekti.
01.03.2024