Buğulu bir aynanın karşısında dikilmiş yüzümü görmeye çabalarken; aniden ayna kırıldı ve parçalara ayrıldı. Gözlerim düşünmeden yer çekimine boyun eğdi ve cam parçalarının yavaşlatılmış bir kurgunun içerisindeymişçesine avuçlarıma doğru düşüşünü izledim. Kan damlaları, ellerimden süzülerek banyonun sedef mermer zeminini kızıla boyadı. Başımı kaldırdığımdaysa; aynanın fayansta kalan kısmında yarım bir kadın yüzü beni bekliyordu.
Siyah incilerden oluşan kolyesi boynunda parlarken; burnundan akan kanı umursamadan bal renkli o tek gözünü bana dikmiş ifadesizce bakıyordu. Kaşı hafifçe kalkmış gibi görünse de bakışı sakin ve davetkardı. Dudakları hareket etti ve buğunun hakimiyet kurduğu banyoda kelimeler notalara binip süzüldüler. Büyülü, melodik bir yumuşaklıkla,
“Bal ve kan için geldin! Kendi kanında boğulmadan git buradan!” diye fısıldadı.
Uyanışımın ardından dünyanın seyri değişmiş gibi hissettim. Adeta gezegenin manyetik alanı yerinden kaymış, ya da ne bileyim yerle gök birbirinin yerine geçmiş gibi bir huzursuzluk kapladı içimi. Bu rüyayı her görüşümde aynı duyguyu hissetmek ya da sürekli bu rüyayı tekrar tekrar yaşamak… Gerçekten deliriyor olmalıyım. Ne diyebilirim ki başka!
Ekiptekilere anlatsam ‘Ayağının altındaki buzul tabakasının zehri tüm bunlar!’ derler bir güzel de kafa bulurlardı benimle. Üç aydır araştırma ekibiyle beraber -dünyanın unutmaya çok da meyilli olmadığı- bu buzul parçası üzerinde; ülkemin gerçeğinin peşine düşmüştüm. Arktik bölgede konu elbette tamamen ‘ulusal güvenlik’ ile ilgiliydi.
Kahvaltıya inerken, ekibin harita odasında kafa kafaya vermiş hararetli bir tartışma içinde olduklarını gördüm. Oda arkadaşım bir Viking olduğuna inanıyordu. Sarı baretlerini takan herkesin aksine, onun kafasında her zaman kocaman bir Viking başlığı olurdu.
Sabah toplantılarını genellikle umursamazdı ancak haritaya onun bile o kocaman boynuzlarıyla kafasını soktuğunu görmem, önemli bir durum olduğunu gösteriyordu. Sessizce yaklaşıp havalı bir giriş yapmaya karar verdim.
“Hey What’s up man” dediğimde en korkak kuşumuz Jale, o incecik sesiyle bir çığlık kopardı. Baş parmağını ağzına sokup başını geriye yatırınca güldüm. Yanına gidip kolundan tutarak, “Kızım niye korktun ya!” dedim.
Bana dönen bakışları onu asıl korkutanın ben olmadığımı haykırıyordu. Endişe bulutları gezinen gözlerinden gözlerimi alarak, haritaya odaklandım.
“Ne oluyor burada?” dediğimde ise; Jale’nin yerine, haritaya bakan kafalardan biri kalkarak,
“Karşına bak bu koca kütle dün gece orada yoktu. Haritalarda ise hiçbir zaman var olmadı,” dedi.
Ekranlara kafamı kaldırdığımda, renklerin anomalisi karşısında hayretle gözlerime inanamadım. Norveç Denizinin ortasında karaya oturmuştuk. Koca okyanus tamamen yok olmuş gibiydi. Güverteye çıktığımızda tüm mürettebatın kocaman açılmış ağızları ile bize baktıklarını gördük.
İlk başta Faroe Adalarının bir parçasına oturduğumuzu düşündük ama kilometrelerce uzaktaydık. Her kafadan bir ses çıkıyor, bu da beni zihin açıcı garip bir kaosun içine sürüklüyordu.
Kuzey Atlantik denizaltı sırtı, içi boşalmış kaplumbağa kabuğu gibi yeniden su yüzeyine çıkmış olmalıydı. Bu uyuyan dev bir ejderhanın ağzını göğe dikerek, genişleyen göğsüne doldurduğu alevleri harlaya harlaya uyanmak üzere olduğunun da işaretiydi. Deniz tabanının canavarı olan ejderha, devasa bir sarp volkandı.
Aktifse, patlarsa… Yeni bir Vezüv patlaması Faroe adalarını sonsuza dek kül ederdi. Küllerin altında yanmış bedenleriyle sonsuzluğa uzanan Pompei halkı gibi…
Ekip lideri “Herkes toplantı odasına!” der demez şaşkın gemi mürettebatını ardımızda bırakarak tekrar harita odasına döndük.
Ekipteki herkes hâkim olduğu konuda uzun yıllardır çalışmalar yürüten aktif bilim insanlarıydı. Ama yüzlerinden okunan bilinmezliğin yarattığı endişe dolu ifadeler, geride bırakmak zorunda kaldığım kızımın bende kalan son imgesini hatırlattı. Kapı sertçe kapanırken kızım,
“Anne, babam bir daha benimle hiç oynamayacak mı?” demişti.
Aslında buraya gelirken; dev buz kütlelerini uzaktan görene kadar, sadece kendi içimdeki buzların bin bir parçaya ayrılıp battığı kalbime odaklanmıştım. Her insanın hayatında onu çok korkutan, baş edemeyeceğine inandığı, o yüzden de asla yapmam dediği şeylerin oluşturduğu- asla geçmem dediği- o kırmızı çizgiyi geçmiştim. Bu utanç beni kahrediyordu. Oysaki yıllarca annemin acılarına, aşağılanmalarına, bile bile susuşuna tanık olmuş, onunla o acıları an be an yaşamıştım. Annesi, babası tarafından aldatılmış ve terk edilmiş bir ergenken kafa tuttuğum tüm o erkeklik hormonlarına yenilmiştim. İradesizliğim çıldırtıyordu beni.
Kendi trajedimle yüzleşmekten, bir korkak gibi kaçtım. Benliğim donmuş bir buzdağına dönüştü, derinlere inmeyi asla düşünmedim ve sadece suyun yüzeyinde sertleşmiş duygularımla hayatta kalmaya çalıştım. Bu tuhaf bir kaçıştı. Kendi isteğimle buz cehennemine tek yönlü bir bilet almıştım. Kapı kapanırken; kızımın kulaklarımda çınlayan sözleri acımı kat be kat arttırıyordu.
Güneşin batışının ardından, ufka doğru bakarak düşünmeye başladım. Gözlerim alacakaranlıkta suyun üzerinde belli belirsiz ayırt edebildiğim o ufuk çizgisini ararken; beynim hiç olmadığı kadar kuvvetle olasılıkları sıraladı.
Bir yandan uç uca artık bilmem kaçıncı sigaramı tellendiriyor diğer yandan acının, korkunun, utancın ele geçirdiği alaz alaz yanan kalbime serinlik arıyordum. Gökyüzünde yıldızlardan çok -evrenin sonsuz boşluğu içinde hepimizin yaradılışının ana maddesi- yıldız tozları süzülüyor gibi hissettim. Parlaklığını bir süreliğine onlara devretmiş olan ay, dolunaya doğru ilerlerken; normalden daha büyük görünmesine rağmen hiç olmadığı kadar soluk ve hareketsiz duruyordu.
Evimden de böyle mi görünüyordu acaba? Kızım şu anda teleskopuyla Ay’ı izliyor olabilir miydi? Ya Aylin! Özlüyor muydu beni?
İçimdeki sıkıntıyı bastıramadığımdan mı bilmem, Ay’ın gökyüzünde donup, orada asılı kaldığını düşünmeye başladım. Bir tuhaflık vardı.
İzlendiğimi hissettiğimde, içim tedirginlikle irkildi. Kafasından hiç çıkarmadığı Viking başlığıyla dostum, ayaklarını sürüye sürüye yanıma yaklaşıyordu. Gözlerinde daha önce görmediğim bir ciddiyetle bana doğru yaklaşırken, derin bir nefes alıp, “Sana iletilmesi gereken bir mesaj var!” dedi. Kaşlarımı istemsizce çatarak “Hangi mesaj,” diye sordum. Normalde al al olan suratı kireç gibiydi. Konuşurken; düşüp bayılacak zannettim.
“Öncelikle gerçekten Viking kanına sahip olduğumu bilmelisin. Ancak sanırım bu kanı gelecek nesillere aktarabilecek kadar şanslı olamayacağım,” dedi.
Artık sahiden endişelenerek, “Dostum ne olduğunu anlamıyorum? Sen kiminle konuştun?” diye sordum. Sadece “Uyu ve kendin gör!” diyerek yine ayaklarını sürüyerek geldiği gibi gitti. Yıldız tozları soluklaştı. Gökyüzü hiç olmadığı kadar karararak, artık bana yatıp uyumak dışında bir seçenek bırakmadı.
Sanki rüya orada beni bekliyormuş gibi; başım yastığa düşer düşmez kapanan göz kapaklarımın ardı sıra görüntüler, evrenin senfonik melodisi eşliğinde hızla gözümün önünden akmaya başladı. Zifiri karanlık uzayda önce ufak tefek parlak noktalar belirdi, sonra her yanı kıpkızıl bir bulutsu kapladı. Dairesel dönüşleriyle devinimine uydu. Aniden kızıl rengi pembeye, oradan griye karıştı. Uzay-zaman algım, hızlanarak aktı.
Uzaya atılan o çok tanıdık uydulardan biri Ay’a çaptı. Görüntü yavaşladı. Ağırlaştırılmış çekimde Ay’ın kulağı yenmiş bir kurabiyeye dönüşmesini izliyordum şimdi. Olacak gibi değildi. Uydu etrafına sanki diğer uyduları çekiyordu. Birer birer patlayan uydular yörüngesinden çıkardıkları Ay’ı hala bonbonlu kurabiye gibi kemirmeye devam ettiler. Görüntü durdu. ‘O’ geldi.
Aynadaki kanlı yüz, yarım yamalak hüzünlü bir güzellik olarak hep hayatımda var olan o kadın, canlı ve gerçek olarak bir an da karşıma dikildi. Bal rengi gözlerine kilitlenip kalmış olsam da onun savaşçı bir Viking kadını olduğunu görebiliyordum. Tek omzundan sallanan şahin tüylerinden yapılma pelerini, sarı saç örgülerinin tanrısal gücünü daha belirgin hale getiriyordu. Gözleri ve sözcükleri zamanın içinde her zamanki şiirselliğiyle aktı.
Ve “Başladı” dedi.
Tamamını göremediğim kendi vücudum, bir bilgisayar oyun karakteri gibi onun tam karşısına konuşlandı. İçimde büyüyen tüm o korku dolu sesleri bastırarak sordum.
“Başlayan ne? Neden bana bunları anlatıp duruyorsun?” Sesim gereğinden fazla sert çıkmış olmalıydı. Tavrının değiştiğini fark edebiliyordum.
“Kendi özgür iradenle verdiğin kararlarla, sen başlattın tüm bunları,” dedi.
“Tek başıma dünyanın sonunu getirmişim gibi konuşup durma!” diye terslendim.
Gözleri, etrafımızı bir çember gibi saran ekranlardan yansıyan, tüm o ışıkları süzerek içine hapsetmiş gibi parıl parıl yanarken; “Kişisel çevreciliğin bir şeyleri değiştirmediğini o koca petrol şirketlerini, plastik devlerini ikna etmen gerektiğini biliyor eyleme geçmiyorsun? Dünya’nın yörüngesi uydu çöplüğüne dönerken de yoktun. Sen daha kendi ailenle bile yüzleşmedin. Sadece kaçmayı biliyorsun,” diye haykırdı.
Bam telime basıyordu. “Ailemi karıştırma!” dedim tüm sakinliğimi yutkunarak.
“Direndiğin her şey, hayatında daha da güçlenir. Yüzleşemediğin yerden kısır bir döngünün içine düşersin. Uyan ve yüzleş!” diyerek gerilediği karanlıklara doğru çekildi.
Kulağıma patlama sesi gibi gelen yüksek bir sesle yatağımdan fırladığımda; geminin yeniden suların üzerinde dalgalarla boğuştuğunu anlamam birkaç saniyemi aldı. Her yandan çığlık sesleri yükselirken, can yeleğime uzanıp sırtıma geçirdim. Güverteye ulaştığım da görmeyi umduğumun aksine, yapayalnızdım.
Koyu renkli bulutlar gökyüzünü tamamen sararken; su buharı ve kükürt kokusu nefes almamı zorlaştırıyordu. Zehirli havayı solumamak için, kolumu kıvırıp dirseğimle burnuma siper ederken; gözlerimi hayretle gemimizin ayrıldığı kara parçasına diktim. Yeryüzü çatlaklara ayrılmış, aralarından sızan lavların eriyik halinde denize doğru kızılımsı turunculukta aktığını görebiliyordum. O kara parçası üzerinde -varsa yaşayan- hiçbir canlının kurtulma şansı yoktu.
Dalgalar gemiye çaptıkça, yüksek sesle çalkalanan suların çığlıkları kulaklarımı sağır ediyordu. Her bir dalga, geminin güvertesine vurduğunda tuzlu su damlacıkları havada uçuşuyor, yüzüme serpilerek kırbaç gibi vuruyordu. Fırtına gemiyi sarmalamıştı, her an gücüne güç katıyordu.
Ellerimi göğe kaldırarak, “Dur artık ne istiyorsan yapacağım,” diye haykırdım. Anafora kapılan gemi, kendi etrafında dönmeye başladı. Sarsılarak, sallanarak sanki belli bir ritimde dansını sürdürürken, ayağıma takılan bir şey beni yere düşürdü. Gözlerim bir anlık kapandı, içine daldığım girdap beni sersemletti. Kurtulmanın bir yolu olmalıydı. Ama onu aramak yerine ‘Direnme!’ diyen içsesime uydum. Yeniden gözlerim açıldığında ise; ıslak bedenim kurumuş, kanı çekilmiş bir böcek gibi yan devrilmişti. Gözlerim bedenimin etrafında bir tur döndü. Kendi evimin kapısının önündeydim. Buraya nasıl gelmiştim?
Sarsak adımlarla ayağa kalkmaya çabalarken, bulutlu zihnimin aralanışı gibi, evimin kapısı da hafifçe aralandı. Aylin elinde telefon, beti benzi atmış şaşkın bir ifade ile yarı aralık duran dudaklarını kıpırdattı.
Göz altları ağlamaktan şişmiş, sesi her zamankinden daha titrekti,
“Sana ulaşamamışlar. Şey… Ay’a bir şey olmuş. Seni istiyorlar,” dedi şaşkınca. Delicesine sırıtırken, sadece sımsıkı ona sarılmak istediğimi biliyordum. Sarılmak ve içinde aşktan nefrete kadar uzanan söylenmemiş sözcüklerin olduğu kalbimin yükünü, sırtlandığım yerden indirmek istedim. Kaderim onu kurtarmaksa, nasıl olsa Ay beni biraz daha beklerdi!
Dshra Silver