Geçmiş ile Gelecek Arasında
Ahh çocukluğum
Kaldırım taşlarında soluksuz koştuğum zamanlardan bahsediyorum…
Sanki yüzüme çarptı yaş aldığım, kıymetini yitirdiğim bugünlerde.
Sanki geçmiş, gelecek birbirine karıştı.
Ahh görünen dünya…
Sanki tebessümümü aldı.
Sanki geçmişle gelecek iki insan varmış;
ben ikinci insanın rolündeki kişiyim.
Diğeri kalakalmış geçmiş dediğim sararmış takvim yapraklarının arasında…
Ve uyandığımda bir sonbahar mevsiminin içindeyim.
Ayaklarımın altında sararmış yapraklar
ve yüzümde yaş aldığımı ispatlayan ince çizgiler.
Koşamıyorum soluksuzca öyle.
Daha mı düşünceliyim?
Daha mı az konuşuyorum?
Daha mı az tebessüm ediyorum?
İcabı formalite…
Ucu bucağı belirsizlik.
Ne yediğimden ne içtiğimden tat alıyorum.
Sanki eskiye takılmış kalmışım.
Bu zamanın insanı değilmişim.
Sepetlerin sarktığı kırmızı folyo kapaklı süt şişelerinin görüntüsü aklımda…
Sobada yanan kömürün çıtırtısı
ve o sıcaklık… Evde herkesin başı dikti.
Ya şimdilerde başlar eğik telefonda.
Koca bir yalnızlık. Üstelik yalnız da değiliz.
Kalabalık içinde yalnızlığı işliyoruzdur. Kim bilebilir…
Geçmişin izlerini taşıyorum,
ağır ve aksak.
Geçmişin keşkeleriyle geleceğin endişeleri arasında gidip geliyorum.
Çocukluğumun oyunlarına,
o günlerin hayaline çıkıyorum kısa kısa.
Gündüzleri saklambaç,
geceleri körebe oynadığım
o taş döşenmiş sokakları…
Ne varsa geçmişte kaldı;
o sıcaklık,
o samimiyet,
o içten tebessümler…
Şimdilerde dolduruyorum günleri ömür heybeme…
Bir önceki gün, ertesi günün aynısı.
Gecesi de aynı, gündüzü de.
Gecesi diyorum ya,
gökyüzünde tek yıldız göremediğim geceler…
Oysa çocukken ışıl ışıl yıldız cennetiydi.
Yeryüzü halımız,
gökyüzü yorganımızdı bizim…
Ama yine de bir köşe vardır içimde,
sessiz, sıcak ve hep çocukluğuma ait…