Haziran…
Güneşin insanın sırtına yapıştığı, gölgelerin bile kaçacak yer aradığı, ölümün gölgesini hissettirdiği bir zamandı.
Sıcağın sert vurduğu ayda ölümler serin olmalı; haziran sıcağına yakışmayan… Çünkü sokaklar kahkahalarla doludur, şehir uykusuzdur, deniz kıyıları aşkla taşar. Birileri el ele tutuşur, birileri ilk öpücüğünü alır. Bir çocuk babasının omuzunda gökyüzünü izler. Ölüm böyle bir zamanda fazlalık gibi durur. İnsan ölürken, dünya inadına yaşamaya devam eder. Ama bazı insanlar en parlak günlerin ortasında ölmeyi seçer. Belki de en büyük yangınlar içimizde sakladığımız o görünmez alevlerdir.
Ve işin tuhafı bazı insanlar öldüğünde mevsimler değişir. Yaz bir daha eskisi gibi olmaz. Gün batımları buruklaşır, meltem hüzün taşır, şehrin ışıkları eksik yanar. Çünkü bazı ölümler haziranı bile üşütür. Bazı kalpler, bu yakıcı aydınlığın içinde duruverir.
Nazım Hikmet mesela; sıcak bir haziran sabahında, Moskova da bir apartmanın merdivenlerinde durdu kalbi. Ayakkabısını bağlamak için eğildi ve sonra bir daha doğrulamadı. Memleketine dönmeden, denizini, güneşini, sevdiklerini göremeden öldü. Pasaportuna “vatansız” yazılmıştı, ama şiirleri bu vatanın vicdanı olmaya devam etti.
Ahmed Arif mesela, başka bir yara… O “hasretinden prangalar eskittim” derken, belki de ölümün de hasreti olduğunu bilmiyordu. Oysa ölüm, en çok bekleyenlere gelmez miydi? 2 Haziran 1991 ‘de yorgun düşmüş bir yüreğe konuk oldu. Onun sesi hala yankılanıyor sokaklarda, bir çakmak alevi gibi yanıp sönmeye devam ediyor.
Ve bir hastane yalnızlığında Sofya’ da göçüp giden, edebiyatın büyük kalemi Orhan Kemal… İlk öykü kitabı; DUYGU ile başlayan yolculuğu toplumsal gerçeklik anlayışı ile kalplerimize dokundu. Yoksul kesimin, işçilerin, öğrencilerin, sokaktaki adamın yaşamını okumadık mı ondan?
Haziranın yükü ağır; Orhan Veli mezarını taşıdı mesela… O Kasımda öldü ama mezarını değiştirmek için haziranı beklediler. Sanki bazı şiirler, mevsimini kendi seçiyor gibi… “Beni bu güzel havalar mahvetti” demişti bir zamanlar. Belki de gerçekten, en büyük vedalar hep güzel havalarda olurdu.
Ölümü yazdılar. Aşkı, tutkuyu, haksızlığı yazdılar. Sonra bir gün kendi dizelerinin arasında kayboldular. Ölüm onları nasıl bulurdu ki bilinmez? Ama, Haziran çoktan kararını vermişti.
Aşklar terleyen avuçlarda filizlenirken, bazıları karanlığın içinde kaybolmayı seçiyor ve en parlak günler haziranın toprağında en aydınlık ruhları saklıyor. Mevsimler değişiyor, haziran bile sonbahar gibi geliyor.
Haziranda ölmek; en sıcak günde bile üşüyen kalbin, güneşin altında bile karanlığa düşmesidir. Aniden gelen bir fırtına gibi zamansızdır. Üşüyen bir kalbin sessiz çığlığıdır.
Haziranda ölmek; hayatın en coşkulu yerinde durup, kalabalığın içinse sessizce kaybolmaktır.
Haziranda ölmek; güneşe isyan edip, gölgeye dönüşmektir.
Haziranda ölmek; yaşamın en ışıklı perdesinde aniden sönen bir sahne ışığıdır.
Ve haziranda ölmek zordur; en güzel şarkının tam nakaratta susması gibi…