Karanlık bir koridor… Avuçlarımda birer dantel örtüsü, ışığı bulmaya çalışıyorum. Başım
devamlı sağa ve sola dönüyor. Belli belirsiz bir aydınlıkta birkaç yüz seçmeye çabalıyorum.
Siluetler halinde insan kafaları… Işıkla karanlığın keskin noktasında şaşkınlıkla sendeledim.
Annemin yüzüydü bu. Annemin alnındaki derin çizgilerden tanıdım onu. Babamın alnına her
silah doğrulttuğunda önüme geçmeye çalışan kuvvetinden tanıdım. Ağzından kelimeler
kustuğunu fark ettim dehşetle. Kelimeler önce havada döndü, hepsi nota şeklini aldı. Notalar
omzumda garip seslere dönüştü. Tanımadığım insan seslerine. Yürümeye devam ettim,
ayaklarımdan çektiler beni. Evet, gördüm onları, onları gördüm. Şeytanlar, şeytanlarrr!
-Ne oldu, neden bağırıyorsun?
Eğile eğile arkamı döndüm. Kusursuzca… Dünyanın eksen eğikliği gibi tıpkı, kusursuzca…
Bakışlarımda hüzün olmalıydı. Dehşetten çok hüzün… Kutsal bir heykelin başına annemin
yüzü yerleştirilmişti. Her yanından çalılar ve ağaçlar sarkıyordu. Ağaçların arasında binlerce
karınca vardı.
Ne oldu dedim, neden bağırıyorsun!
-Tanrım! Anne, ne oldu sana!
-Olmak ve olmamak, tüm mesele bu!
Deli gibi gülmeye başladı. Tıpkı Allahın belası bir deli gibi!
-Gülmeyi kes anne! Rahatsız ediyorsun beni. Şu aptal gözlerin beni korkutuyor. İçimde bir
şeyler ölüyor. Doğuyor ve ölüyor. Tanımlayamadığım nesneler… Bir deniz, kabarıyor ve
alçalıyor. Melekler gemimin ortasında dans ediyor. Kes şunu artık!
-Unuttun mu çılgınlık denen zamanı? Nasıl unutursun Maria? Söyle bana, koşarak zıplayarak
söyle! Yanarak ve tutuşarak söyle!
Annem, odanın ortasında tepinmeye başladı. Ayak sesleri kıyamet senaryosunu andırıyordu.
Bir iki üç, rap rap rap, dört beş altı tak tak tak…
-Yine sayıyorsun değil mi? Yine sayı sayı sayıyorsun. Tv izlerken sayıyorsun, uyurken
sayıyorsun, yemek yerken sayıyorsun… Kaç kez dedim sana sayı saymayı bırak diye, ha,
Maria!
-S a Y m I y O r U m!
-Rakamlar ne kadar güzel değil mi Maria? Evrende en güzel şey rakam. Bak, ayak tabanımda
kocaman bir “0” var.
Ayak tabanına gözlerimi çevirdim. Gerçekten de “0” vardı orada. Dikkatle inceledim.
Tabanda sıfır ve başka bir sıfır oluşmaya başladı. Kırmızı çizgiler halinde sıfırlar… Kırmızı
çizgiler silinmeye başladı usul usul. Ardından donup kaldım. Kan sızıyordu annemin
tabanından. Kıpkırmızı, gecenin altın kanatlarında açılan bir kan. Şafak vakti gökyüzünden
cam kırıklarının yağdığı kan! İzledim, dakikalarca, saniyelerce… Ürperti şah damarımda
yaşayan bir insana dönüştü. Odanın duvarları katlanmaya başladı. Katlandı ve babam oldum,
katlandı ve bir çocuk oldum. En sonunda bembeyaz bir kâğıda dönüştüm. Zihnim kâğıdın
üzerine mürekkep damlası gibi TıK diye düştü. Tık,tık,tık…
-Sesleri sen de duyuyor musun?
-Hangi sesleri?
-İşte bu sesleri. Nasıl da haykırıyorlar duymuyor musun?
Ellerimi istemsizce bedenimde dolaştırmak istedim. Yağmur kokan bedenimde. Kulaklarımı
bulmaya çalıştım. Kulaklarımdaki akışkan zehri bulmaya çalıştım önce.
-Tanrım, kulaklarım yok!
Yoklardı. Ya da biri vardı, diğeri yoktu. Her ikisi birden mi yok olmuştu?
-Ayna nerede? Ayna gerek bana, hemen şu an!
-Koridorun sonunda.
Karşımda duran minik böceğe baktım. Benimle konuşan bu böcek miydi? Minik böcek ve
tutsak kız masalı geldi aklıma o an. Ben, tutsak mı olacaktım? Peki ya neden, kime?
Koşarak uzaklaşamaya başladım o garip odadan. Koridorlar vardı. Birçok koridor… Duyulan
fısıtılar, çığlıklar, bağrışan ve haykıran sesler… Her yanda kitap… Binlerce, on binlerce…
Koşmaya devam ettim. Bir anda durdum. Anlamsızca durmak geldi içimden. Sağımda ve
solumda hızlıca bakışlarımı dolaştırdım. Bitmek bilmeyen koridorlar… Siyah, üzerinde dünya
haritası olan duvarın dibinde aynayı gördüm. Nefesim kesilerek yaklaştım. İşte o anda ölümün
berbat soğukluğuyla yüzleştim. Yoktum! Aynada hiçbir şey yoktu!
-Yokum ben, yokum!
Aynaya biraz daha yaklaştım. Arkamdaki kapıda bir gölge belirdi. Kalp atışlarımı
duyuyordum. Güp ,güp, güp…Gel, gel, gel… Biri olanca iğrenç bir sesle haykırmaya başladı:
“Gel!”
Etrafıma bakındım tekrar. Ve arkamdaki gölgeye. Gölge giderek bulanıklaştı. Topak oldu,
ayaklarımın dibine yuvarlandı. Yeniden gördüm annemi. Bu kez evimizin mutfağındaydım.
Tanıdık ve bildik olanın ferahlığı sardı içimi. Mutfakta salata yapıyorduk bu kez. Mutfakta en
sevdiğim köşeye oturdum. Ben ve annemin giderek kopuklaşan dünyasını izlemeyi
sürdürdüm.
“Maria, bahçedeki yumurtaları aldın mı?”
“Almadım, almayacağım!”
“Maria, neden sürekli bu konuda tartışıyoruz? Bahçeye gideceksin ve getireceksin hepsi bu.”
“İstemiyorum, Elena getirsin yumurtaları! Sürekli onu koruyor ve kolluyorsun. Hep Maria,
Maria!”
“O daha küçük.”
“Yeter, yeter artık!”
Mutfak tezgâhından çatal ve bıçakları pencereye doğru fırlattığımı gördüm. Çatal, bıçak,
bardak, tabak… Ne bulduysam hepsini pencereye atıyordum. Cam, çerçeve ne varsa
parçalandı.
“Ne yapıyorsun, delirmişsin sen! Seni tımarhaneye tıkayacağım!
“Hadi tıka, hadi tıka, hadi!”
Gülerek eteğimi savurdum. Döndüm, döndüm, döndüm… Kollarımı havaya kaldırarak dans
ettim. Tango yapıyordum şimdi. Kırmızı elbisem bir bulutun altında asılı kalmış gibi
duruyordu. En sevdiğim kırmızı pabuçlarım ayağımdaydı. Siyah saçlarıma harika bir topuz
yapılmıştı. Tango, bir tiyatro sahnesinde devam etti. Kırmızı elbisem uçuyor, ben de onunla
birlikte adeta gökyüzüne yükseliyordum. Birden tüm ışıklar söndü. Her yanda çiğ bir
karanlık… Ardından ışıklar tekrar yandı. Koltuklar bomboştu. Parlak ışığın altında put gibi
duruyordum. Yürüme sesi işittim. Ses bomboş salonda demir gibi yankılandı. Elimi alnıma
koyup gözlerimi ışıktan korumaya çalıştım. Gelen kişiyi seçmeye çabaladım. Ve onu gördüm.
Babamı… Su akışının sessizliğinde yaklaştı. Siyah bir cübbe giymişti. Elinde kocaman bir
puro tutuyordu. Cübbesinin üzerinde garip işaretler vardı. Tuhaf yazılar ve sayılar… Puroyu
havaya kaldırdı. İçinde dev bir matruşka bebeği belirdi. Bu çocukken babaannemin verdiği en
sevdiğim bebeğimdi. Cübbesinin sol cebinden bir bıçak çıkardı. Bıçağın ağzı kömürden
yapılmış gibi simsiyahtı. Bıçağı matruşkanın boynuna dayadı.
“Bırak onu!”diye bağırdım. Sahneden hızla indim. Matruşkayı alıp göğsüme bastırdım.
Göğsümde ılık bir sıcaklık hissettim. Ağlıyordu…
“Senden nefret ediyorum baba!”
Babam hiçbir şey söylemedi önce. Cübbesinin kapüşonunu başına geçirdi. Yüzü bembeyazdı.
Ağzının kenarından yaralar sarkıyordu. Bacağında tuhaf bir yaratık fark ettim. Acıyla inledi
“Maria, çok üzgünüm. Cehennemde bana şeytanla iş birliği görevi verildi. Artık
dayanamıyorum, lütfen vur beni, yaşamaya dayanamıyorum Maria, lütfen!”
Bütün öfkem, bütün nefretim içimden sanki cımbızla çekildi. Başım yana düştü, kırmızı
elbisem beyaz renge dönüştü. Babam gözlerini çıkardı. Bir mendile sardı, avucumun içine
koydu. Hayır, korkmuyordum. Hayır, ağlamıyordum. Ağlıyor muydum?
-Özür dilerim Maria.”
Ardından kalbini çıkardı. Başka bir mendilin içine koyarak bana verdi. Avucumda babamın
kalbini ve gözlerini tutuyordum. Babam sahneyi bir takım ritüeller yaparak ter etti. Üç adet
ayak sesi duydum
“Tak, tak tak…”
Işıklar tekrar kapandı. Yeniden yandı. Bu kez yatağımdaydım. Odamın içinde binlerce çiçek
vardı. Gül, menekşe, lale… Yatağımda doğruldum. Ilık, tatlı bir sabahtı. Burnuma fırından
taze çıkmış ekmek kokusu geldi. Tüm odaya yayıldı. Camın kenarına gittim. Avuçlarımı
gökyüzüne kaldırdım. Tüm kalbimle dua ettim
“Tanrım, babamı affet…”
Bilmediğim bir şekilde tekrar yatağıma uzandım. Birkaç dakika sonra tekrar gözlerimi açtım.
Hüzünle ellerime baktım. Yerde bir makas ve kesilmiş fotoğraflar vardı… Aniden rüzgar
şiddetli bir şekilde esti. Elimde tuttuğum parça uçtu ve usulca gökyüzüne süzüldü…