Yıllarca akıl hastanesinde kalmış bir akıl hastası, iyileştiği için bırakmışlar. Fakat, birkaç gün sonra, Taksim meydanın da çılgınlar gibi “Ulan biri beni bu rüyadan uyandırsın” diye bağırıp üstünü başını parçalamaya başlayınca, polis tutuklayarak tekrar akıl hastanesine geri getirmiş.
Fakat bizim ki, hastanede bile hala, “Ulan biriniz beni bu rüyadan uyandırsın” diye avazı çıktığı kadar bağırmaya, üstündekiler de üryan kalıncaya kadar parçalayınca, bir sakinleştirici yapıp yatakhaneye almışlar.
Adam, neden sonra kendine gelmiş. Bu seferde etrafındakilere garip garip bakıp, sorular sormaya başlamış,
-Sen kimsin, nerelisin? Hangi dili konuşuyorsun? gibi.
Bu adam ilginç bir hasta olduğundan, hareketlerini hastane idaresi incelemeye almış. Çünkü adam hastanenin en kültürlü, en sessiz hastasıymış.
Nihayet kurula çağırmışlar. Kurulda ki doktorlar sorularını sormaya başlamışlar,
-Yahu, demiş. Sen bu kadar yıldır burada sesini çıkarmadın. Eline geçen kitapları okumaktan başka bir şey yapmadın. Biz, senin artık aklını başına topladığına inanarak, senin de isteğinle evine gönderdik. Peki, ne oldu da sen bu hareketleri yaptın.
Adam olduğu yerde, omuzlarını oynatarak, yüzüne gergin bir ifade oturttuktan sonra,
-Doktor Bey, demiş. Siz beni gönderince oğlum gelip beni bir taksiyle kapıdan aldı. Yolda giderken oğlum taksi şoförüne yolu anlatmaya çalıştığında, şoförün Türkçe bilmediğini anladım. Bunu fark edince çok şaşırdım. Meğerse adam Arap’mış.
Neyse apartmanın önüne gelince, bahçedeki kapıcı, koşup benim çantamı falan aldı. Oğlum kapıcıya bir şey sordu. Kapıcın benim pek anlayamadığım bir garip şiveyle oğlumla konuştu. Bu adam neden böyle konuşuyor diye sorunca,
-Baba adam Afganistanlı. Ancak bu kadar Türkçe biliyor, dedi.
Eve girdiğimizde, kapıyı genç bir bayan açtı. Kendisini hiç görmediğim ve yüzünü bizim insanımıza benzetemeyince kadının, kim olduğunu sordum?
-Baba bu kadın bizim ev işlerimize bakan, uzak doğulu bir bayan, dedi.
Ben bir “lahavlevela” daha çektikten sonra geçip oturduk. Hoş, beş ve yemekten sonra, beni alıp bir AVM ye götürdüler. Hem gezecektik hem de bana üst baş alacaklardı.
AVM (ne demekse) den içeri girdiğimde, başka bir ülkeye girmiş gibi oldum. Işıklar, O şaşaalı vitrinlerden vaz geçtim çünkü, hiçbir tabelada Türkçe tek bir kelime göremeyince, kalbim sıkışmaya başladı.
Bir kahvecinin masasına oturduğumuz da, masadaki menüye göz gezdirdim. “Aman allahım o da ne, yine tek kelime Türkçe yok. Dayanamayıp oğluma sordum.
-Evlat, ben içerideyken o bizi kurtuluş savaşı öncesi işgale gelen İngilizler ya da Fransız’lar geri mi geldi? Dedim.
Oğlum, bana gülümseyerek baktıktan sonra,
-Ooo Baba, dedi. Sen gideli çok şey değişti.
“Gördüklerim değişimse yandık”, dedim içimden
Orada Türk kahvesinin de olmadığını söyleyince ben iyice zıvanadan çıkmaya başlamıştım ki, gelinim anlamış olacak ki,
-Hadi kalkalım, dedi.
Eve döndüğümüz de evin hizmetlisi bayan, oğluma,
-Efendim, misafirleriniz salonda siz bekliyorlar, dedi.
İçeride iki adam, biri orta yaşlı, ötekisi altın dişli, biryantinli (Jöle) saçla, altmışlardan kalma bir adam daha vardı.
Gelinim Öğretim üyesidir. Oğlum bir Alman fabrikasında müdür. Gelinim bana dönüp,
-Baba biz öteki salona geçelim, dedi. Geçtik.
Ben, gelenlerin kim olduğunu gelinime sorunca,
-Baba biz bu konağı satıyoruz. Gelen de zengin bir arap,dedi.
-Neden? Dedim.
-Çocukları yurt dışında okutmamız gerek. Hem bizde bu ülkeden sıkıldık. Artık bu ülkede hiçbir şey sizin bıraktığınız gibi değil, dedi.
Ben bunu da duyunca, iyice gerilmiş bir vaziyette,
-Yahu siz benim Babamdan kalan bu konağı nasıl satarsınız. Hem de neyi düğü belirsiz bir Arap bozuntusuna. Size bu konağı sattırmam! deyip dışarı fırladım. Sonra bu olanlara karşı siz ne yaptınız? Diye, bağırmaya başladım.
Ben dışarı çıkarken gelinim arkamdan konuşuyordu,
-Baba hiçbir şey yapamazsın. Hem yaşın, hem de akıl sağlığın yüzünden seni kimse ciddiye almaz, diyordu.
Ben hızımı alamamış vaziyette geri dönüp, kapının aralığından,
-Unutmayın ki, Filistinli’ler de bir zamanlar topraklarını Yahudilere böyle sattılar.
O hızla sokağa fırladım. Ne kadar dolaştım bilmiyorum.
Sokaklarda, otobüslerde Türkçe konuşan insanların azlığından, tekrar sinir krizine girdim diyebilirim. Taksimde gidip gezi parkındaki bir ağacın altında oturup biraz sakinledim.
Sonra da başı boş, caddeler vurdum kendimi. Bir tatlıcının önünden geçerken, vitrindeki baklavalar dikkatimi çekti. Uzun zamandır baklava yememiştim. Çok severim. Cebimde ki birkaç kuruşa güvenip içeri girip, bir porsiyon baklava istedim. Garson kasadan fiş almamı söyleyince kasaya gidip paramı uzattım.
Kasadaki pis sakal, bir dombili, yüzüme alaylı alaylı bakarak, Arapça karışımı bir şiveyle,
-Ne istedin ihtiyar deyince, tepem attı. Karşımdaki fiyat listesini de görünce ben iyice koptum ve adama,
-Ulan ihtiyar sensin. Siz bu ülkeye neden geldiniz? diye bağırdım.
Adamda sırıtarak,
-Size anadilinizi öğretmeye geldik, deyince, ben iyice zıvanadan çıktım.
Önümdeki bozuk para tabağını, etraftaki bardakları adama fırlatmaya, yakası açılmadık küfürleri saymaya başladım. Zira, sessizce işgal edilmiş bir ülke insanının, patlamasını yaşıyordum.
Oradakiler beni dışarı çıkartıp döverken ben,
-Neredesiniz ulan içinizde bir yurtsever yok mu? Diye yırtınıyordum ama, etraftakiler sadece seyrettiler. Ve ben bunun bir rüya olabileceğini ve bu rüyadan bir an önce uyanmak için,
-Ulan birisi beni bu rüyadan uyandırsın, diye Taksim meydanının ortasında bağırıyordum.
Herkesin gözü önünde polislerden de onlarca cop yedikten sonra, bunun rüya olmadığını anladım.
M.Baycan