Camda yansıyan görüntüm; bende bir irkilme refleksi oluşturduğunda, ellerimin arasında tuttuğum tepsiyi fark ettim. Ceketinin ipleri çözülmüş, eteği sökük eskimiş bir oyuncak bebek gibi kendimi boşluğa bıraktım. Reverans yapan vücudumun etkisiyle tepsinin üzerindekiler birbirine çarparak garip sesler çıkarmaya başladı. Aniden yanımda beliren bir adam, tepsinin içindekileri el çabukluğu ile masaya koyarak, kızıl saçlı -nerdeyse birbirlerine tıpatıp benzeyen- üç kızın oturduğu masaya eğilerek, “Afiyet olsun hanımlar” dedi ve beni kolumdan kavrayarak kafenin içlerine doğru sürükledi.
Zonklayan başımı tutarak, dişçi koltuğundan yeni kalkmışçasına hissizleşen ayaklarımla adamın ardı sıra sürüklenirken; kafamın içinde beliren anlık resimler, üç boyutlu birer gerçekliğe dönüştü. Üç tekerleği de birbirinden farklı bir seyyar satıcı arabası önümden geçti; ben deniz kenarında bir banka oturdum, ellerimle kafamı bacaklarımın arasına kıstırdım, kesme beton taşların arasında -dünyanın tüm yükünü sırtlanan- karıncaları izledim. Oldukça uzun boylu olan seyyar satıcı, arabası ile az ilerimde durdu. Dirseklerini camekanın üzerinde çaprazladı ve denizi seyretmeye koyuldu. Profilden, gözleri hüzünle karışık bir huzurla aydınlanıyor gibi görünse de dalıp gittiği bu deryanın herhangi bir yerinde boğulmuş bir ölü gibiydi. Sağdan soldan çıkma bulduğunu tahmin ettiğim tekerlekleri taktığı simit arabası, önümden geçerken; öyle sarsak bir dengesizliğin içindeydi ki… Bunun onu ne kadar çok yoruyor olabileceğini düşünmeden edemedim.
Beyaz jantlı tırtıklı tekerlek anneme benziyordu. “Ben en ufak şeyden bile mutlu olurum,” demesini bilen, ama asla mutlu olmayan huysuz ve talepkâr kadın. Bir scooterden alındığı belli olan sol teker ablamdı. Dengeyi hep bozan, anlamsız inadıyla rotayı hep yanlış yöne çekiştiren oydu. İnce ama tırtıklı çocuk bisikleti tekeri ise bendim. Kırılganlığını, öfkesini hatta asıl kimliğini bile, tırtıklarının arkasında saklı tutmaya çalışan, hiç büyümeyen şımarık bir kız çocuğu. Bizi idare etmek, aynı yolda tutmaya çalışmak kim bilir ne kadar zordu.
Hayatı bir bilim insanı titizliğinde yaşayan, ailemin çalışkan karıncasının -babamın- yorgun bedeni iflas etmişti. Adı hep şarkılarda geçen, ona ilk aşkı tattıran Leyla’sına kavuşmuştu belki de. Kıskançlığın tüm damarlarında akan kanla beraber yol aldığına emin olduğum annemin, asla sözünü etmediği, ettirtmediği hatta dinletmediği o güzel şarkı takıldı dilime.
Leyla bir özge candır
Kara gözlü ceylandır
Doyulmaz hüsnü andır
Kanılmaz bir içim su
Leyla, Leyla, ah Leyla
Mırıldandığımı fark etmemiştim bile ve o adam beni kendime getirene kadar da fark etmedim. “Leyla kızım iyi misin? Donup kaldın orda bir şey mi oldu?” dedi. Leyla?
Duyduğum isimle dudaklarım bir sır muhafızı gibi mühürlendi.
“Hah! Seninki geldi bak! Çabuk dönün tamam mı? O kimliğini de bul artık iki haftadır sigorta girişini yapamadık olmuyor böyle! Bir denetleme geçirsek Maazallah!” diye söylene söylene uzaklaştı yanımdan. Neler oluyor burada? Neden bana Leyla dedi?
Karşıdan gülümseyerek bana doğru gelen; benden bir iki yaş büyük gibi duran, çok hoş bir erkek dikkatimi çekti. Ne kadar da çok benziyor. Dibime kadar dalıp yanağıma nazik bir öpücük kondurdu, “Hadi,” dedi. “Önlüğünü bırak, herkes seni bekliyor.”
Herkes kim? Sen kimsin? Kim, neden beni bekliyor? Öyle çok şey sormak istiyordum ki.
Her şeye rağmen paslı bir kilidi açmak istercesine zihnimi yokladım. Hiçbir şey bulamayınca, onun elimi sıkıca kavrayıp beni dışarı çıkarmasına izin verdim. Sokağa adımımı atar atmaz, ciğerlerime dolan keskin bir yosun kokusu genzimi tıkadı. İlk nefesini ciğerlerine çeken bir bebek gafletine düşerek bir süre öksürüklere boğuldum. Kafamı kaldırdığımda ise, karşımda kayalık bir dalgakıran içerisinde irili ufaklı bir sürü balıkçı teknesi tahterevalli sarhoşluğunda salınıp duruyordu.
Kordon boyunda onun ardı sıra yürürken, aniden bir motosikletin önünde durdu. Elime tutuşturduğu kova gibi sapından tuttuğum kaskla, önünde durduğumuz motosiklete bakakaldım. Ben hayatımda hiç motosiklete binmemiştim ki. Çatılan kaşlarımın ardında biriken öfkem konuştu. Ne yaşıyorsam, artık durmalı. “Bak!” dedim, kaldım. Adı neydi ki?
Motorunun direksiyonunu tutmuş ayağıyla pedala basıp basıp bir şeyler yapıyordu. Kafasını bile kaldırmadan, “Neye bakayım hayatım” dedi. “Beni kim sanıyorsun bilmiyorum ama o değilim. Neresi burası, ben neredeyim onu bile bilmiyorum,” dediğimde; aniden bana döndü. Gözlerini irice açmış bir koala griliğinde bana bakarken; ona inanılmaz derecede benziyordu. Katlanır yönetmen sandalyesinin ortasında unutulup, arabanın bagajına konurken patlayan su şişesi gibiydim. “Adın ne?” diye haykırdığımda, gözleri daha da bir açıldı. Kaskını motorun üzerine bırakıp, ellerini göğsünde birleştirerek, “Tamam, bak! Annemle tanışmak istemiyorsan, gitmeyiz ama böyle numaralarla bir yere varamazsın,” diyerek diklendi.
Tekerlekleri yerle bağlantıyı yitiren bir uçak gibi hafifleyen bedenimi kontrol etmekte zorlandım. Geriye devrilirken, bir güven testine tabi tutulan insanlar gibi boşluğa itilmiş hissettim. Tüm kontrolümü kaybettim. Etrafı tahta oturma alanı ile çevrelenmiş kocaman bir Manolya ağacının altına düşerken, sırtımı sert bir zemine vurduğumu hissettim. Gözlerim kapanırken; uğultu halinde beynimde yankı bulan sesler, aralanarak kelimeler anlam kazandı.
“Orospuluk yapmak için az bekleyeydin de babanın vücudu soğusaydı,” diye bağırdı ablama.
“Ben orospuluk yapmıyorum anne! Benim kaderim o adam, anlamıyor musun? Bana engel olmasaydınız zaten onunla evliydim şu anda. Cahil, okumamış dediniz başka hiçbir şeyi görmediniz,”
Hedefi ben olan ses, “Sana ne demeli! Babanın ömrünü yiyip bitiren, o lanet olasıca kitap dükkanını sen mi kurtaracaksın? Sana ne! Koskoca genç kız oldun hala çöpçülük peşindesin. Çöplük orası, çöplük!” diye tükürüklerini saça saça haykırdı.
“Evet orası senin için hep çöplüktü zaten! Adamın yaptığı işe hiç saygı duymadın ki,”
Babamla ikimizin hayaliydi bu, ışığını dört bir yana yaymak için gökyüzünden düşen yıldızları toplardık.
“O, çok mu saygı duydu bana ha! Ömrümü verdim ben ona ömrümü! İki tane kız evlat yetiştirdim. Bir günden bir güne, ‘Yorulmuşundur Hanım, al bunu da kendine harca,’ deyip elime para mı verdi? Anca destelesin, soksun sağa sola.”
Saldırı sırası ablamdaydı, “Cidden salak mısın nesin sen ya! Oradan ne köy olur ne de kasaba bırak şu çöpçülüğü artık,”
“Yeter artık! bencilliğinizden de sizden de bıktım. Babamı siz öldürdünüz… Siz öldürdünüz… Öldürdünüz…”
Sesler sustuğunda; buz kesen ellerimden düşen kaskın sert zemine vurarak yuvarlanma sesi sardı ruhumu. Onu öyle sıkı kavramışım ki, yumruklarımı açtığımda istemsizce avuçlarıma kaydı gözüm. Etime gömülen yeni çizgiler; akıl ve kalp çizgilerimin tam ortasından geçen, nereye gideceği belli olmayan yeni bir yol gibiydi. O çocuk düşen kaska aldırmadı bile, dizinin üzerine yere çökerek, ellerimi tuttu. Gözleriyle okşuyordu beni. Ona benzeyen gözleriyle.
“Hayatım tamam bak çok acele etmiş olabilirim. Sen nasıl istersen öyle olacak. Annemle ne zaman istersen o zaman tanışırsın. Lütfen,” dedi. Anlayamıyordum. Burada ne olduğuna dair en ufak bir gerçekliğim yoktu.
Sakin tutmaya çalıştığım ses tonumla tane tane, “Lütfen bana adını ve burasının neresi olduğunu söyler misin?” dedim.
Ayağa kalktı karşı kıyıyı işaret etti. Tepesi göğü yaracakmış gibi duran dağda, “Dur Yolcu!” yazıyordu. “Çanakkale’desin ve ben Yusuf” dedi. Ağzımdan çıkan ufak bir çığlıkla ağlamaya başladım. İç çekişlerimin arasından, “Benim adım da Leyla değil mi?” kelimeleri döküldü. Öylece durdu, anlamsız bir ifade ile beni izlerken; sadece ‘Evet’ anlamında başını sallayabildi.
“Gitmeliyim beni otogara bırakabilir misin?” dediğimde; önce bir yere oturup konuşmayı teklif etti, kabul ettim ve çıktığımız kafenin bir yanına geçip oturduk.
İstanbul’dan buraya otobüs yolculuğu boyunca, onunla flört etmişiz ve şehre indiğimde beni kordondaki öğretmenevine yerleştirmiş. Kimliğim ya da valizim yokmuş. Kafedeki işi de o bulmuş bana ve sevgili olmuşuz. O anlattıkça ben sustum, sustukça içimde oluşan boşluk, sorularla dolmaya başladı.
Gerçekte ben kimim? Anlattığı Leyla kim? Leyla’yı öyle güzel anlatıyordu ki o olmayı çok istediğimi fark ettim. Anlıyordum ben olmaktan neden kaçıp Leyla olmayı seçtiğimi. O öyle sevgi doluydu ki… Öyle kibar, öyle nazik… Bu iki hafta içinde tüm hayatım boyunca yapmadığım kadar çok iyilik yapmıştı Leyla. Ama o ben miydim gerçekte? Yoksa babamın Leyla’sı mıydı?
Ona sadece adımın Ayla olduğunu, İstanbul’da annem ve ablamla yaşadığımı, üniversitede müzik okuduğumu söyleyebildim. Öyle garip bir durumdu ki, ne söylesem boşlukta asılı kalacak gibi gelmişti bana. İlk kez bindiğimi düşündüğüm ama neredeyse iki haftadır beni üzerinde taşıyan o motosikletle, beni otogara bırakmasına izin verdim. Öyle anlamsız öyle buruk bir veda ile ayrıldık ki… Yıkıldığını, sessizce attığı çığlıklarından görebiliyordum. Sevdiği kadın, aslında hiç var olmamıştı. İçinden “Ben kimi sevdim öyleyse?” diyor olmalıydı. Aynı benim, “Onun gözlerinde aslında ben kimi görüyorum?” deyişim gibi…
İstanbul’a vardığımda, tabii ki hemen doktora götürüldüm. Ve bir deli olup olmadığım merak konusu oldu. Terapistim bir ay sonra bana, Agatha Christie Sendromu adı verilen bir durum yaşadığımı söyledi. İlk duyduğumda anlamadığım ancak sonradan öğrendiğim kadarıyla, 1926 yılında böyle bir olay yaşanmış. Kendini aldatan eşinin, yarattığı şokla başa çıkamayan kadın; herkes onu ararken, kocasının metresinin adını ve kimliğini kullanarak bir otelde iki hafta kalmış. Bu durum, benim yaşadığım duygusal karmaşayı açıklar nitelikteydi.
O gün babamı öldürmekle suçladığım ailemden kaçarcasına kendimi sokaklara atışımın dışında, hatırladığım tek şey; sahilde gördüğüm seyyar satıcının, birileri tarafından tartaklandığıydı. Terapistim, o kişiyi babamın yerine koymuş olabileceğimi, yaşadığım şok ve acının etkisiyle de ortamdan kaçma isteğiyle hareket etmiş olabileceğimi söylemişti. Bunlara bir de babamın neyi varsa satıp savan annemin -ironik bir biçimde- zavallı ablamla ve cici enişteyle yaşamak zorunda kalması eklenince; kendimi müzik grubu üyelerimin kaldığı evde bulmam uzun sürmedi.
Yalan dolan evreninden kaçıp kurtulmuştum işte; peki ama neden hala gecenin karanlığına gömülen rüyalarımdan; hep burnumda bir yosun kokusu, ağzımın içinde sucuklu bir tost tadı ve ağlayarak uyanıyordum?
Güneş kızıla çalmış yavaş yavaş alçalırken; rüyamda birbirine kenetlenmiş ellerimizden beni çekiştirerek kumsala götürüyordu. Yüzünü göremediğim o adam, çıplak ayaklarımla bastığım sıcacık kumlarda benimle yürüyor ve bu içimde hissettiğim sıcaklık, kalbimdeki özlemi derinleştirerek delicesine ağlama isteğimi daha da çok arttırıyordu. Benliğim, benim bile haberdar olmadığım duygularla dolup taşıyor, içimde solmaya yüz tutmuş bir çiçek gibi hasretle ilgili şarkılar yazıyordum.
Mezun olduğum gün -bu hayatta hiç kimsem yokmuş gibi- yapayalnız giydim cüppemi. Beni odasına çağıran rektörün, geleceğe dair zırvalamalarını duymak istemesem de yine de yanına gitmeden edemedim. Keskin mavi gözleri ile hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya yemin etmiş gibi baştan aşağıya beni süzdü. Kenarını dişleyerek seksi göründüğünü sandığı gözlüğünü yavaşça masaya bırakarak; “Gel bakalım küçük hanım,” dedi. Masaya uzattığı kocaman, kıllı ellerinden birinin altında bir dosya gözüme çarptı. Pek de saklayamadığı gizemli bir hava yaratmaya çalışıyordu. “Yıllar önce sana verilmek üzere bana emanet edilen bir şey var,” dediğinde ona karşı diktiğim duvarlarımdan birazını istemsizce yıktım. Lafı gereksiz yere uzatmayı sevmeyen insanın yüzüne çat çat konuşan garip bir adamdı. Benim bir şey dememe fırsat tanımadan elinin altındaki dosyayı, “Bu senin geleceğin” diyerek bana uzattı.
Sararmaya yüz tutmuş kâğıt yığınının, hafifçe şişirdiği dosyayı yavaşça açtım. Ellerimden ayaklarıma uzanan yol boyunca bir ürperdi sardı bedenimi. Bu babamla hep üzerinde konuştuğumuz şey olabilir miydi? Yeryüzünde yazılan ilk edebi eserin taslağının kayıp sayfalarını elimde tutuyor olabilir miydim? Özenle çevirdiğim sararmış yapraklardan oluşan bir el yazması. Kafamı hafifçe kaldırdığımda bana gülümseyen ve nedense artık bana daha sevimli görünen o kara surat “Evet, onunla ne yapacağın sana kalmış ama ben olsam herkesin öğrenmesini sağlardım,” dedi. Ve devam etti. “Baban bunu bana bırakırken; bunun senin için, gökyüzünden düşen ilk yıldız olduğunu, yıldızları toplamaya bununla başlaman gerektiğini söylememi istemişti,” dedi. Durduramadığım hıçkırıklarıma karışan göz yaşlarıma gülümseyerek bakan adamın, boynuna sarılmamak için kendimi zor tuttum. En yalnız, en umutsuz anımda bana yeni ufuklar açan yine beni -olduğu yer her neresiyse oradan- gözeten babam olmuştu. Şimdi ben de onun açtığı bu yolda emin adımlarla ilerlemeden hemen önce, kırdığım bir kalbi tamir etmeliydim.
Leyla’nın var olabileceğini görmem, bana bir ayna olmuştu. Belki de içimdeki Leyla olma arzusu, babamın benim üzerimde bıraktığı etkiyle şekillenmişti. Babamın izinden gitmeye çalışırken; onun sevgi dolu taraflarını Leyla üzerinden keşfetmeye ve hayata geçirmeye çalışıyordum. Belki de gerçek ben, içimdeki Leyla’nın yansımasıydı. Kendimi bulmak için, Leyla’ya dönmem gerektiğini hissediyordum.
Bu sefer, yaktığım gemilerin dumanı ardımdan tüterken; geri dönmemecesine topladığım valizim ve Ayla kimliğimle, onun karşısına çıkacaktım. Belki Leyla’yı seven Yusuf, Ayla’yı da severdi. Babamın Ayla’sı aslında en büyük aşkı Leyla ile o kadar çok ortak değere sahipti ki. Sevmeyip de ne yapacaktı. Çanakkaleli Yusuf da Ayla’yı öyle sevecekti. Hala öyle seviyordu belki de…