Hayatın belli dönemleri vardır; aydınlık, durgunluk ve karanlık. Her insan istese de istemese de bu dönemlerden geçmektedir. Şuan durgunluk durağında aydınlık zamanların nasıl geçtiğini hatırlamaya çalışıyorum. Acının tatlı, soğuğun sıcak olduğu, kışın bile yaz gibi olduğu zamanlar bu kadar çabuk geçmemeliydi. Elimi kalbine götürdüm. Şuan orada atıyor muydu merak ediyorum. Hissetmiyorum, hissedemiyorum; başıma gelebilecek olan hiçbir duyguyu duyumsayamıyordum. Daha karanlık döneme girmeden bunu yaşamamalıydım. Bu çok erken.
“Anne tokamı bulamıyorum.”
Kızımın ergenliğin hediye ettiği ses tonu kapı eşiğinden odama yayıldı. Kalkmak istemediğim yatağımdan sadece kafamı çıkarıp “Bilmiyorum.” diye kestirip attım.
İçeriye girip bir hışımla yorganı üzerimden çekti. Ne olduğunu fark edemeyen vücudum soğuktan irkildi. Hiç vakit kaybetmeden kızımı kenara itip yorganı tekrar kendime çektim. Üzerime attığı hayal kırıklığı bakışını hissedebiliyordum ama bu umurumda değildi, ne kadar berbat biri olduğumu ben zaten biliyordum.
“Yataktan çık artık, neredeyse günler oldu. Neden böyle davranıyorsun?”
“Sana açıklama yapmak zorunda olduğumu sanmıyorum, şuan yatağımla çok mutluyum.” Bu doğruydu, kendimi daha huzurlu ve daha güvende hissediyordum, bundan vazgeçmeye de niyetim yoktu ki zaten yataktan çıksam ne olacaktı.
On iki yıl önce hayat enerjisiyle dolu, her şeye rağmen pozitif olan o kızı özlüyordum. Ne yaşarsa yaşasın üstesinden kalkacağına inanıyordu ve hiçbir zaman tökezlememek için sağlam adımlar atıyordu. Evet, insanlara karşı bir duvarı vardı ancak onları tanıdıkça kolayca o duvarları yıkabiliyordu.
Üniversite yıllarında kurduğu o bütün hayalleri tek bir erkek nasıl bu kadar çabuk yıkabildi. Bazen aklıma o yıllar gelince tebessüm etsem de yaptığım şeylerin ve verdiğim kararların pişmanlığı içinde boğuluyordum. Beni dünyalar kadar seviyormuş, dünyamı kararttı; canından bir parçaymışım, canımı aldı. O kadar emindim ki söylediklerinin altında boş duyguların yattığına fakat karnımda hissettiğim o karıncalanma aklımı çoktan karıştırmıştı. Hayat bu işte, köprüyü geçene kadar bütün ayılar dayıdır. Şimdi gerçeklerle yüzleşemeyen bir Esra vardı karşımda.
On yaşındaki kızım artık benden bir fayda gelmeyeceğini anlayınca odamı karış karış aradı. Yerde günlerdir katlamamak için görmezden geldiğim yığınla giysiyi etrafa dağıttı. Tokası gömleklerden birinin düğmesine dolanmıştı. Derin bir iç çekti ve özenle düğümü çözdü.
“Nefret ediyorum, senden de tokadan da, hatta en çok kendimden.” diye bağırdı dayanamayıp.
O kadar bitkin ve tükenmiştim ki cevap vermeye mecalim yoktu. Ağlamak için yorganı kafama çekerken bir an duraksadım. Ne yapıyordum ben? Cidden beni mahveden bir erkek miydi yoksa ben miydim?