İstanbul’un henüz uyanmaya cesaret edemediği sabahlardan biriydi. Saat altı buçuk. Hasköy hala uykudaydı. Balıkçılar motorlarını çalıştırmamış, sokak kedileri geceyi terk etmemişti.
Ve Halil yürüyordu.
Adımları keskin, tereddütsüzdü. Sanki kaldırımların çizgilerini ezberlemişti. Boğaz’dan gelen rüzgarı yüzüyle ölçüyor, martı sesleriyle yönünü belirliyordu.
Her şeyin bir sesi vardı.
Bir çöp konteynerine çarpıp devrilen oyuncak arabanın yankısı.
Yandaki yaşlı kadının poşetleri yere bırakırken çıkardığı derin iç çekiş.
Dalgaya düşen bayat bir simidin sessiz çırpınışı.
Halil duyuyordu.
Hatta öyle duyuyordu ki bazen “aydınlıkta bu kadar işitemezdim” diye geçiriyordu içinden.
Dünyasını mumun dibindeki karanlığa teslim etmişti. Ama bu bir kayıp değil, bir tür arınmaydı onun için. Işığın gürültüsünü karanlıkta öğrenmişti. Fakat İstanbul, bu sükunete izin vermezdi kolay kolay. Bu şehir, karanlıkta yürüyenlere karşı her zaman biraz iki yüzlüydü. Bazı sokakları kucaklarken, bazıları sinsice taş dizerdi ayak altına. Ama Halil artık adımlarını ölçmeyi değil, anlamayı öğrenmişti.
Her sabahın bir ritüeli vardı. Kasımpaşa’dan Cibali’ye yürür, Fener Rum Lisesi’nin önünden geçerek surlara yaslı eski bir çaycıya varırdı. Orası, görenlerin görmeyenleri görünmez saydığı bu şehirde, insan olarak ağırlandığı nadir yerlerden biriydi.
O sabah, Şermin de soluklanmak için orayı seçmişti.
Yorgundu. Gözlerinde kendi içinde taşıdığı yılların tortusu vardı. Ama o yorgunluğun içinde kıpırtısız bir sükunet de vardı artık.
Elinde boş bir çay bardağı… Parmaklarıyla kenarını sıvazlıyordu usulca.
O kadar uzun sürdü ki bu hareket, Halil dayanamayıp konuştu:
“Bazı sabahlar, çay bardağı kadar kırılgan olur insan.”
Şermin irkildi. İlk anda Halil’in görmediğini fark etmedi. Göz göze gelmeye çalışınca anladı.
Ve o an bir şey çözüldü aralarında.
Görmeyen gözlerle bakmaktan yorulmuş gözler, aynı masada, bir bakışsızlıkta buluştu.
“Ben Şermin,” dedi kadın.
“Halil,” dedi o.
Bu tanışma, o kadar sade, o kadar yorgun ama sanki o kadar eskiden kalan bir tanışıklıktı.
Şermin, çayın dumanında gözlerini boşluğa dikmişti. Zihninde geçmişin yankıları, tekrar eden bir film şeridi gibi akıyordu. Onun için dünya, kırılgan bir dengeden ibaretti.
Halil’in karanlığında saklı aydınlığı sezmişti.
Halil ise Şermin’in içsel karanlığının içinde yanan bir ışığı fark etmişti.
Gördükleriyle yorulmuş, yaşadıklarıyla kırılmış bir kadın…
Duymayı öğrenmiş, ışığın gürültüsünden saklanmış bir adam…
Birbirlerine yavaşça yaklaştılar.
Kelimeler ağır ağır kuruldu. Sessizlikler anlamla doldu.
İki yalnızlığın arasında devrilmez bir köprü kuruldu.
Şermin’in kalbindeki sızı, Halil’in dünyasındaki sessizlikle dans etmeye başladı.
Artık her sabah, Halil yürüyüşünü Şermin’in adımlarına göre ayarlıyor, Şermin ise Halil’in bastonunun ritmini ezberliyordu.
Bazen konuşuyor, bazen susuyorlardı.
Ama suskunlukları bile ses taşıyordu.
Bir akşamüstü, İstanbul’un altın ışığa büründüğü bir saatte, sahil boyunca yürüdüler.
Halil bastonunu yere hafifçe vuruyor, Şermin yanındaki sesi takip ediyordu.
Gözler olmadan, eller olmadan da birine tutunmanın mümkün olduğunu öğreniyorlardı.
Şermin, bazı günler Halil’e resimler anlatıyordu.
Boğaz’dan geçen bir mavna…
Martıların suya dik dalışı…
Güneşin taşlara yansıyan titreşimi…
Halil dikkatle dinliyordu. Her tasvirin ardından kısa bir sessizlik olurdu.
Sonra tek bir kelimeyle karşılık verirdi:
“Oldu.”
Artık şehir, onların anılarını da taşıyordu.
Çaycı artık her sabah iki bardak koyuyordu masalarına.
Birinde taze demlenmiş sıcaklık…
Diğerinde paylaşılmış bir buğu…
Bir çay bardağının kenarına tutunarak başlayan bir hayat.
İki eksik, birbirini tamamlıyordu.
İki yalnızlık, birbirinde anlam buluyordu.
Ve şehir, onları görmese de, onlar artık şehri birlikte görüyordu.