İçimde bir yolculuk var şimdi; nerden nereye… Anılarımla geçmişe, hayallerimle geleceğe…
Semti akşamüstü sis basmıştı. Az bir zaman içinde insanlar dağılmış, boğucu sis akşamın karanlığına karışmıştı. Gemiciler lambalarını yakmış, simitçilerin soğumaya yüz tutmuş susamlı simitlerinden az kalmış, martılar balık kapmaya ara vermişlerdi… İstanbul’u seviyorum. Yazın geç saatlerde baş döndürücü kalabalığı adeta şehri şenlendiriyordu.
İstanbul’u tanımaya üniversite yıllarımda başladım. Otogarın karmaşasında kendilerine yabancı, kendilerine garip insanlar gördüm. Hiç bitmeyecek bir yolun yolcusu gibiydiler. Ne mola verecekleri bir istasyon ne de varabilecekleri bir yer vardı. Birbirinin aynı olan bu insanların içinde onları yazmak isteyen genç bir kızdım ben. Koyu gri bir havanın hâkim olduğu o günlerde, önce yolculuğun yol arkadaşıyla anlam kazanacağını anladım. Eğer yol arkadaşınızı severseniz o yolculuk unutulmayacak bir hatıraya dönüşür. Ne zormuş gizli sevda çekmek bunu da orada gördüm. Sevdiğin uzaklara giderken ona uzaktan bakmak, boynuna sarılamamak, ellerini tutup iyi yolculuklar diyememek… Kalbinin derinliklerine giden yalnız yolculuklar; ağzı kapatılmış bir zarf gibi her zaman hüzünlüydü. Ve bekleyenler içinse zaman nedense hep yavaştı. Gidenlerinde kalanlarında sokaklarının adı yoktu.
Taksim meydanı kalabalık oluyordu her zamanki gibi. Akşamüstü bir vakit; dersi kırmış çakır keyif öğrencilik halleri… Ortaköy’e doğru atardık adımlarımızı; ışık ışıl İstanbul ve yaz sıcağında soğuk bir bira… Beyoğlu’na çıkıyoruz bazen küçük bir çilingir sofrası, yanında arkadaşlar ve güzel anılar demleniyor. İnsanlar geçiyor yanımızdan, kimiyle sadece selamlaşıyoruz, kimiyle üç beş dakika laflıyoruz. Sonra yine biz bize kalıyoruz. Ufak ufak tenhalaşınca meyhaneler, atardık kendimizi İstiklal caddesine. Ağır ağır yürürken, kendilerini eğlencenin büyüsüne kaptırmış sevgililer geçerdi yanımızdan, onlara bakıp gülümserdik. Çok olmasa da bebek sahiline giderdik arada bir… Bebek’ de denizin o bilindik kokusuyla iç içe kendimizi çay bahçesinde bulurduk. Akşamları ise restoran haline getirilmiş gemiler, sahilin karşısındaki evlerin ışıkları adeta semti esrarengiz yapardı.
Kuruçeşme ye doğru ilerlediğimizde düşünmek istemediğim her şeyi arkamda bırakırdım. Sahilden ağaçların eşliğiyle geçerken, kapıları caddeye açılan evleri ve sokaklara sırtını dayamış o tarihi evler aklımı başımdan alırdı.
Arnavutköy ise yazın kalabalık bir semt olmasına rağmen kışın sanki insan eksikliği yaşardı. Dayanamadığım bir tek konu vardı; denizin dalgalarından, sokaklarından tek tük ayak sesleri kalmasıydı. İşte bu seslerin kaybolduğu zamanı görmeye umarım kimse dayanamaz. Bu semtleri hareketli kılan, ünlülerimizin sıklıkla gittiği eğlence merkezleri vardı. Kışın çevresinde pek insan görmesek de Rumeli Hisarının o heybetli manzarası ve çay bahçeleri bu sessizliği insanın aklına bile getirmiyordu. Bu semte farklı amaçlarla hemen hemen her kesimden insanlar gelse gerek; hepsi de eğlenmeyi arzular… Kimi balık tutar, kimi yürüyüş yapar, kimi geceler boyu eğlenmek ister. Burası bana büyük bir haz verirdi. İnsanları böylesine içten ve yakın görmek bana tekrar tekrar insan olduğumu hatırlatırdı.
Bir yaz daha bitiyordu bu kentte. Hava iyiden iyiye serinlemişti. Nice aşklara tanıklık eden yapraklar bir bir düşüp bir daha ki bahara kadar kaybolacaklardı ortadan. Zaman akıp gidecekti kuşkusuz ama zaman unutmayı değil, alışmayı öğretecekti. Mevsim ne olursa olsun yüreğinizde taşıdığınız bu şehir sizinle olacaktı her zaman ve her yerde…
Ve İstanbul’u güzel yapan tek şeye gelince tabi ki Boğaz köprüsünden başka bir yer olamaz. Boğazın gölgesinden geçen vapurlar… İnsanların simitlerini kuşlarla paylaştıkları yaşam ve güzel denizimiz…
İstanbul’u her zaman sevgi ve dostlukla hatırlıyorum.
Duygu Çilingir
Sosyolog & Uzm. Aile Danışmanı / Psikoloji Bilim Uzmanı
İstanbul’u Hatırlamak
İçimde bir yolculuk var şimdi; nerden nereye… Anılarımla geçmişe, hayallerimle geleceğe…
Semti akşamüstü sis basmıştı. Az bir zaman içinde insanlar dağılmış, boğucu sis akşamın karanlığına karışmıştı. Gemiciler lambalarını yakmış, simitçilerin soğumaya yüz tutmuş susamlı simitlerinden az kalmış, martılar balık kapmaya ara vermişlerdi… İstanbul’u seviyorum. Yazın geç saatlerde baş döndürücü kalabalığı adeta şehri şenlendiriyordu.
İstanbul’u tanımaya üniversite yıllarımda başladım. Otogarın karmaşasında kendilerine yabancı, kendilerine garip insanlar gördüm. Hiç bitmeyecek bir yolun yolcusu gibiydiler. Ne mola verecekleri bir istasyon ne de varabilecekleri bir yer vardı. Birbirinin aynı olan bu insanların içinde onları yazmak isteyen genç bir kızdım ben. Koyu gri bir havanın hâkim olduğu o günlerde, önce yolculuğun yol arkadaşıyla anlam kazanacağını anladım. Eğer yol arkadaşınızı severseniz o yolculuk unutulmayacak bir hatıraya dönüşür. Ne zormuş gizli sevda çekmek bunu da orada gördüm. Sevdiğin uzaklara giderken ona uzaktan bakmak, boynuna sarılamamak, ellerini tutup iyi yolculuklar diyememek… Kalbinin derinliklerine giden yalnız yolculuklar; ağzı kapatılmış bir zarf gibi her zaman hüzünlüydü. Ve bekleyenler içinse zaman nedense hep yavaştı. Gidenlerinde kalanlarında sokaklarının adı yoktu.
Taksim meydanı kalabalık oluyordu her zamanki gibi. Akşamüstü bir vakit; dersi kırmış çakır keyif öğrencilik halleri… Ortaköy’e doğru atardık adımlarımızı; ışık ışıl İstanbul ve yaz sıcağında soğuk bir bira… Beyoğlu’na çıkıyoruz bazen küçük bir çilingir sofrası, yanında arkadaşlar ve güzel anılar demleniyor. İnsanlar geçiyor yanımızdan, kimiyle sadece selamlaşıyoruz, kimiyle üç beş dakika laflıyoruz. Sonra yine biz bize kalıyoruz. Ufak ufak tenhalaşınca meyhaneler, atardık kendimizi İstiklal caddesine. Ağır ağır yürürken, kendilerini eğlencenin büyüsüne kaptırmış sevgililer geçerdi yanımızdan, onlara bakıp gülümserdik. Çok olmasa da bebek sahiline giderdik arada bir… Bebek’ de denizin o bilindik kokusuyla iç içe kendimizi çay bahçesinde bulurduk. Akşamları ise restoran haline getirilmiş gemiler, sahilin karşısındaki evlerin ışıkları adeta semti esrarengiz yapardı.
Kuruçeşme ye doğru ilerlediğimizde düşünmek istemediğim her şeyi arkamda bırakırdım. Sahilden ağaçların eşliğiyle geçerken, kapıları caddeye açılan evleri ve sokaklara sırtını dayamış o tarihi evler aklımı başımdan alırdı.
Arnavutköy ise yazın kalabalık bir semt olmasına rağmen kışın sanki insan eksikliği yaşardı. Dayanamadığım bir tek konu vardı; denizin dalgalarından, sokaklarından tek tük ayak sesleri kalmasıydı. İşte bu seslerin kaybolduğu zamanı görmeye umarım kimse dayanamaz. Bu semtleri hareketli kılan, ünlülerimizin sıklıkla gittiği eğlence merkezleri vardı. Kışın çevresinde pek insan görmesek de Rumeli Hisarının o heybetli manzarası ve çay bahçeleri bu sessizliği insanın aklına bile getirmiyordu. Bu semte farklı amaçlarla hemen hemen her kesimden insanlar gelse gerek; hepsi de eğlenmeyi arzular… Kimi balık tutar, kimi yürüyüş yapar, kimi geceler boyu eğlenmek ister. Burası bana büyük bir haz verirdi. İnsanları böylesine içten ve yakın görmek bana tekrar tekrar insan olduğumu hatırlatırdı.
Bir yaz daha bitiyordu bu kentte. Hava iyiden iyiye serinlemişti. Nice aşklara tanıklık eden yapraklar bir bir düşüp bir daha ki bahara kadar kaybolacaklardı ortadan. Zaman akıp gidecekti kuşkusuz ama zaman unutmayı değil, alışmayı öğretecekti. Mevsim ne olursa olsun yüreğinizde taşıdığınız bu şehir sizinle olacaktı her zaman ve her yerde…
Ve İstanbul’u güzel yapan tek şeye gelince tabi ki Boğaz köprüsünden başka bir yer olamaz. Boğazın gölgesinden geçen vapurlar… İnsanların simitlerini kuşlarla paylaştıkları yaşam ve güzel denizimiz…
İstanbul’u her zaman sevgi ve dostlukla hatırlıyorum.
Duygu Çilingir
Sosyolog & Uzm. Aile Danışmanı / Psikoloji Bilim Uzmanı