*Otobiyografik romanımdan bir bölüm…
Otobüsten inip okula doğru dalgınlıkla yürüdüğüm yol üzerinde iğde ağaçları vardı.
Bazı bazı, beni inatla aşağıya çeken çantamı sırtımdan indirir, gözüme kestirdiğim birine tırmanır, kızarmış olan yemişleri dalından koparıp ayıla bayıla yerdim. Gerisingeri aşağı atlar, çantayı tekrardan sırtıma geçirir, adımlamayı sürdürürdüm. Ağzımda iğde çekirdeğini dolandırırken, okula bitişik özel eğitim ve rehabilitasyon merkezinin önünden hız keserek geçer, orada öylece durup geçişimi izleyen çocuklara bakardım. Onlarda kesinlikle ilgimi çeken bir şey vardı. Yalınlık ya da basitlik… Varlığın tüm kirli işlerinden uzak sadeliği. Tabii bu betimi ancak bugünden geçmişi düşününce yapabiliyordum.
Bir süre bakışırdık, o an kontak kurduğum hangisi ise gülümsemeye başlardı. Sırf ağzı ya da mimikleri ile değil, her uzvuyla. Saçları, dişleri, kirpikleri, kolları, bacakları… Sonra parmakları ile beni işaret eder koşarak binaya kaçarlardı. Her defasında “İşte! Gerçeğin ta kendisi” derdi içimden bir ses. Zihnim umutla aydınlanırdı o sihirli anlarda…
Sınıftaki en yakın arkadaşlarımdandı Tuncay. “Tuncay Örs.”
Diğerleri Barış ve Furkan. Tavşan atletti Tuncay. Tipi de tavşana benziyordu zaten. Üstten iki dişi diğerlerine göre daha uzun. İl bazında yapılan etkinliklerde madalya almadan gelmezdi. Kolları ve bacakları bizimkilere benzemiyor, uzun ince, kürdan gibi. O dakikalarca durmadan koşarken özel yapım ciğerlere sahip olduğunu düşünmeden edemezdiniz.
Çok sonradan öğrendim; Akdeniz Oyunları’nda, 400 metre engellide Türkiye rekorunu kırarak yarıfinale çıkmaya hak kazanmış. Hatta uluslararası bile koşmuş. Hiç şaşırmadım, o zamandan belliydi. Geleceği parlaktı. Barış da milli sporcuydu. Kısa boylu, sarışın, mavi gözlüydü. Jimnastikle uğraşıyordu. Ters takla atabiliyordu olduğu yerde. Ardından bir kez daha, bir kez daha… Defalarca. Kızlar etrafını sarardı. Onun da madalyaları vardı. Lastik gibiydi eklemleri.
Sınıf, sınıf değil olimpiyat kentiydi. Bense beceriksizin tekiydim. Nereden yazılmıştım bu okula, kim sebep olmuştu? Özel eğitim ne güne duruyordu. Dostlarım birbirinden yetenekli ve başarılıydı. Üstelik her teneffüs yanımdalardı. Cevherlerinin farkındaydılar. Sporcu oldukları için müdürden torpilli olduklarını hatırlatıp dururlardı habire. Yani karne konusunda da kaygıları yoktu şanslı veletlerin. Özgüvenleri tavandı. Belki kendileri farkında değildi ama bir bok parçası gibi hissettiriyorlardı insanı. Doğuştan torpilliydiler.
Benim neden herhangi bir yeteneğim yoktu? Futbol? Hah! Benden çok daha iyileri vardı. Bir boka yaramıyordum.
Allahtan Furkan vardı. O da benim gibi ne koşabilir ne de parende atabilirdi. Sıradan, cılız bir tipti. Uzun kirpiklerin arasından siyah gözleri ile kısık kısık bakardı etrafına. Okulun dışında bir yer keşfetmiştik onunla. Nöbetçi öğretmen görmeden alçak istinat duvarını kolayca aşar, bol susamlı sıcak simit alırdık. Hayatımda yediğim en lezzetli simitti. Diğerlerine hiç benzemiyordu.
Öğle aralarında Tuncayların eve gidip makarna yerdik bazen. Bizimki uzaktı.
“Annem yemeğe çağırıyor seni” derdi Tuncay.
“Teşekkürler, zahmet etmesin kadın”
“Gelmezsen konuşmam!”
“Tamam gelirim”
Tıpkı benim gibi alt-orta gelirli bir aileye mensuptu. Israr etmedikçe asla altın madalyalarını göstermezdi. Onlarcaydı, hem gurur duyar hem imrenirdim. Başarılı olduğu kadar karakterli bir insandı da benim gözümde. Bu tenekeler azdı ona.
Her seferinde “Makarna seversin de mi oğlum?” diye sorardı annesi.
“Evet.” derdim.
Yemek çıkışı büyük markete girer, aksiyon olsun diye tüp çikolatalardan çalardık ara sıra. Onları hacılamak diğerlerine nazaran kolay oluyordu. Yemeğin üzerine tatlı giderdi. Alık adam tekti koca markette. Giydiği kumaşlar pot duruyordu. İnsan bir çalışan alırdı yanına, cimriliğin bu kadarı da fazlaydı. Planımız hazırdı. Birimiz içeri girer girmez o an kafamızdan salladığımız bir ürünün olup olmadığını sorardık market sahibine. ( çilekli biskrem var mı, gibisinden) Adam alnını kaşıyıp oturduğu yerden kalkarken aşağıya sarkan kıyafetlerini çekiştirene kadar diğeri arka reyondaki çikolatayı pantolonuna çoktan sokmuş olurdu. Üç- beş derken adam sonunda anladı çete olduğumuzu. Son soygunda koşarak kaçtık oradan. Ara sokağa dalarken Tuncay’ı geçmiştim. Kahkaha atıyordu. “Korku nelere kadir” diye düşünüyordu. Mimlenmiştik. O dükkânın önünden geçmiyorduk artık.
Bugün öğleden sonraki ders iş eğitimiydi.
Mukavva, sünger ve falçata getirmemizi istemişti öğretmen. “Fotoğraf çerçevesi yapacağız çocuklar.” Selen diye gözleri bozuk görece zengin bir kız vardı sınıfımızda. Şişe dibi gözlüğü ile hemen önümüzdeki sırada oturuyordu. Limon sarısı gocuğu ve botları markalıydı. Bizde falçata yoktu, ondan istedik. İlkin vermedi. Bir yandan gevezelik yapıyor diğer yandan mukavvasını kesmeye çalışıyordu. Tamamen kontrolü dışında olsa da zengin çocuğuydu, bizden farklıydı, belli ki şımartılmıştı. Ne istiyorsa o oluyordu evde. İstemeyerek de olsa falçatasını paylaştı bizimle.
Soğuk bir mesafeyle “İşiniz bitince sırama bırakırsınız tekrar olur mu arkadaşlar!” dedi.
Kibardı. Yüzü bebeksi, diksiyonu harikaydı. Güzel kokuyordu. Pahalı parfümlerden birini sıkmıştı üzerine.
Bir şey demedik. Yeterince burnu kalkıktı zaten. Durumsuz öğrenciler olarak süt kuzusu bir tikiye minnetlerimizi sunup poposunu da kaldırmak istemiyorduk. Falçatayı kullandık. Zengin malıydı. Kâğıt gibi kesiyordu kartonu. İşimiz bitince falçatayı ön sıraya bıraktık.
Birkaç dakika sonra ön taraftan sıra boşluğuna küçük bir şey fırladı. Daha ne olduğunu anlamadan çığlığı kopardı Selen.
“AĞĞHH! Parmağımı kestiiiiiim… Çok acıyoo, parmağıım, annneeee…”
Yere doğru eğildim. Bir parmağın etli ucuydu. “Hassiktir!” dedim içimden.
Gördüğüm şeyi gösterdim öğretmene. Herkesin içi kalkmıştı. Deriyi bir peçeteye sarıp hemen hastaneye götürdüler Selen’i.
Açıkçası ne üzüldüm ne sevindim. Olacağa çare yoktu. Geçmiş olsundu.
Son ders bedendi. Takımımı kuruyordum kafamdan. Furkan, Tuncay, Barış bendendi. Gerisi fark etmezdi.
Birkaç haftadır, dikdörtgen suratında ve karanlık gözlerinde iyilik adına en ufak bir işaret olmayan biri tebelleş olmuştu bize. Az önce canlı canlı kurbağa yutmuş gibi iğrenç bir ağız yapısı vardı. En az iki katımızdı. Pisliğin önde gideniydi. Kemikli burnu eğri büğrüydü. Deliklerindeki kıllar dışarı fışkırmıştı. Asıl adı Cengiz’di. “Cengo” diyordu yamakları ona. Okulun belalılarındandı. Geçen gün Tuncay ve ben yan yana yürürken önümüzü kesti yine, genelde okul çıkışlarında onca öğrenci arasından bizi rahatsız ediyordu. Bence Tuncay’ın popülerliğini çekemiyordu güdümsüz.
“Durun len!“ Durduk.
“Paranız var mı?”
“Yok” dedik ve yürümeye devam ettik. Arka cebinden çakı çıkardı, tırsıyorduk.
“Vardır vardır” dedi yürüyüşümüze eşlik ederek.
Sustuk, önümüze bakıyorduk. Çantamızdan çekiştirdi. Kahpece sırıttı, ayağıma çelme çakıp düşürmeye çalıştı. Sabrımızı sınıyordu.
“Yarın tekrar soracam… Yok derseniz döverim.” dedi ve uzadı.
Ertesi gün birer lira aldı bizden. Okul harçlığımızdı.
Bugün bedende maç yaparken de geldi. Hoca ortalıkta görünmüyordu. “Topu at len!” diye bağırdı Barış’a. Attı Barış. Topu eline aldı zorba. Barış ona ters ters bakınca topu onun yüzüne atıyor gibi yaptı. İrkildi Barış.
“Hadi kurun takımları. Tuncay benden!” dedi. Tuncay’a kafayı takmıştı besbelli. Buraların çocuğuydu Cengiz. “Tanıyorum, bizim yukarı mahallede oturuyor, eski öğrencilerden” demişti Tuncay onun hakkında. Ne alıp veremediği vardı bizimle?
Yamağı da geldi. “Eko da benden!” dedi Cengo. Yamağın adı Ekrem olabilirdi. Gerçi bananeydi, önemsediğim son şeydi bu.
Resmen oyunun içine sıçmışlardı. Ders bitene kadar onlara katlanmak zorunda kaldık. Furkan’ın ayağına kasıtlı olarak tekme attı Eko denilen sırtlan suratlı piç. Furkan ağlayarak çıktı oyundan, ardından biz de çıktık. Parmağını sallıyordu Cengo bize. “Size göstereceğim!”
“Eğer güçlerimizi birleştirirsek onu alt edebiliriz!” dedim.
“Onları demek istedin galiba” dedi Tuncay.
“Yapamayız” dedi Furkan hıçkırarak.
“Evet, yapamayız” der gibi umutsuzca baktı Barış da.
Maçaları yemiyordu. Herhangi birimiz haksızlığa uğrarken pısmasak, hepimiz yek vücut olup dehşet saçan canavarın üzerine gitsek başarabilirdik, belki…
Otobüs gene aynı karakterindeydi. Körükte ve ayaktaydım. Havasızdı. Dibe sıkışmış camdan dışarıyı seyrediyordum. Arka tarafta yaşlı bir adam ve kadın yer kavgası ediyordu. Fortçular da iş başındaydı. Camın yansımasından kalabalığı dikizledim. Kaba saba bir adam araca bindiğinden beri bir eli tutamaklarda önündeki genç kadına abanıyordu. Zorbalar her yerdeydi: evde, okulda, sokakta, otobüste. Kadın huzursuzdu. Neden hala ses çıkarmıyordu! Korkuyordu. Şükür ki çantam sırtımdaydı, şimdilik güvendeydim. Camdan dışarıyı seyretmeye devam ettim.
Anladım ki; dünyada iyiler ve kötüler değil güçlüler ve zayıflar vardı. Belgeselde izlemiştim. Bir çita sürüdeki en yavaş ceylanı avlıyordu, hayatta kalan ceylanlar genlerini sonraki nesle aktarabiliyordu, her yeni nesil öncekinden hızlıydı bu yüzden. Ceylanlar hızlandıkça çitalar da hızlanıyordu, çünkü yavaş çita avlanamazdı. Ceylan hızlanır, çita hızlanır. Ne siktiriboktan bir döngüydü!
Evet. Hayatta güçlüler ve zayıflar vardı. Gerçek buydu. Zayıflar bir olup harekete geçmedikçe güçlüler kazanmaya devam edecekti.
Güçlü insanlar çıkarları uğruna her şeyi yapabilme potansiyeline sahipti. Güçlülerin gölgesi her daim zayıfların üzerindeydi. Zayıflar acı çekmeye daha yakındı.
Cengo ve Eko’nun hayvansı suratları geldi gözümün önüne.
Tiksinti vericiydi. Otobüs ineceğim durağa yaklaşmıştı. Boyuma uygun tutamaktaki kırmızı butona bastım.
İnerken sapığa baktım, gevşemişti, vazgeçmiyordu.
Hafif sarhoşlukla yürüdüm okul yolunu. Bugün param yoktu, dayak yiyecektim kesin.
İğde ağaçları ılık güzel bir koku yayıyordu. Temiz havayı ciğerlerime çektim. Özel eğitimin önündeydi pislikler. Eko elindeki zinciri çeviriyordu. Cengo sigara içiyordu. Canları sıkkındı, bela arıyorlardı. “Bela geliyor.” diyordu içimden bir ses.
Mümkün olsa itle dalaşmayacak çalıyı dolanacaktım, ama tek yöndü yol, sapak yoktu. Her zamanki gibi özel eğitimin önünden geçerken yavaşladım. Orada durmuş beni bekliyordu saf mutluluk… Göz göze geldik biriyle, elini salladı bana, nasılsın diyordu, gözlerimle iyiyim dedim, sen nasılsın diye sordum el işaretiyle. Kafasını aşağı yukarı salladı o da. Her şey yolundaydı.
İtler geldi. Küfür ettiler çocuğa. Eko yerden bir taş alıp fırlattı arkasından.
“KODUMUN DELİSİ!”
“Ona dokunmayın…” dedim duyulur bir sesle. Yumruklarımı son gücümle sıkmıştım. Tırnaklarım avucuma batıyordu. Her şeye hazırdım.
“Şuna bak len, kafa tutuyor bize…”
Burnumdan hızlı hızlı soluyarak öylece duruyordum. Korkuyordum ama korkmuyordum. Ne olacaksa olsundu. Cengiz yakamdan tutup ileri doğru itti beni. İki metre savrulup yere kapaklandım. Zemin çakıllıydı, dirseklerim sızlıyordu. Çantamın olması her zaman işe yaramıyordu. Ondan kurtuldum. O sırada diğeri koşarak gelip karnıma birkaç tekme attı. İnledim.
“O… çocuğu, sana mı soracağız!”
“Neyse sal gitsin” dedi diğeri sigarasından asılarak.
“Akıllı ol, bir daha olmasın!” diye ekledi uzaklaşırken.
Hırsını almamıştı sırtlan. Kafama bir yumruk attıktan sonra gitti. Dişim dudağımı kesmişti. Elimle kontrol ettim, kanıyordu. Zorlanarak doğruldum. Karnım ağrıyordu. Ayaklandım. Gömleğimin koluyla yaramı sildim. Olacağı vardı.
İlk kavgamdı.
Canavarı yenememiştim ama rahatlamıştım. Dostumu korumuştum. İşte bu kadar! Yürekli çocuktum.
Yol boyunca kırmızı dişlerle gülümsedim.