Şu an koltukta oturuyor. Bir elinde televizyon kumandası, ayaklarını orta sehpaya uzatmış futbol maçı izliyor. Diğer elinde boynunu sıktığı yarı dolu bira şişesi, kaçıncı, kimbilir. Baldırının dibinde bir kase, içi antep fıstığı dolu. Göz kapakları kızarık gözlerinin üzerine düşmüş. Kafayı bulmuş olmalı.
Rakip takım yarım saattir önde sürdürüyor maçı. Damat, uzun bir aradan sonra gözünü televizyon ekranından ayırıp, saatine keyifsiz bir bakış atıyor.
“Baba, antep fıstığı yer misin?” diye soruyor. Kemik çerçeveli gözlüklerin altından bakınca birkaç fıstık çarpıyor gözüne. Hani dişinin kesmediği o fıstıklar… En son yirmi sene önce yiyebildiğin…
“Yok, ben birazdan yatarım zaten” diyorsun, işe yaramıyor. “Olur mu baba, istediğin kadar otur! Fıstık al birkaç tane… Bira açayım mı?”
Sehpanın köşesinde şeker ve tansiyon ilaçların.
Her gün otuz tane ilaç yutuyorsun. Kasedeki fıstıkların en az iki katı. Damadın yüzüne doğru eğilip, “Ben onları dişimle açamam ki evladım” diyorsun. Bu, “Biri benim için ayıklasa yerim.” anlamını taşıyor. Hem de nasıl yerim!
Tuzlusu da güzel, tazesi de…
Damat beni unutuyor. Kumandanın ses tuşunu dürtüyor baş parmağıyla…
SON