Girişte; siyah takım elbisesi ve yapmacık gülümsemesi ile yakışıklı sayılabilecek bir adam önümü kesiyor. Üçgen, sinsi gözleri buraya ait olmadığımı, lokantanın havasını bozduğumu ve kıyafetimi beğenmediğini, göz göze geldiğimiz o kısacık anda, bir bakışta anlatıveriyor. Gözleri üzerimde gezinirken “Hoş geldiniz Abl…” demekten vazgeçip “Sizi şöyle alayım Hanımefendi.” de karar kılıyor.
Gözlerini ve gülümsemesini görmezden gelip ‘Şöyle’ dediği yere bakıyorum: Pencerelerden uzakta, iki kişilik genişçe bir masa. Üstelik pis! Üzerinde; benden öncekilerin döktükleri yemek artıkları, ekmek kırıntıları ve salata kalıntıları var.
Gülümsemesi, masayı temizlemesini rica ettiğimde kayboluyor. Hızlı adımlarla uzaklaşırken, çevreyi gözden geçiriyorum.
Ortada, evinin ve arabasının büyüklüğü ile övünen beyaz yakalı erkekler; pencere kenarında ise birbiriyle sohbet ederek içkilerini yudumlayan çiftler var. Sırtımı sandalyeye yaslayıp yüzümü girişe dönerken kararımı veriyorum: ‘Ayda bir kez dışarıda yenen yemekler ve başkaları üzerinden kurulan iktidarla, aşağılık kompleksini doyuran insanlar…’ Garson haklı. Buraya ait değilim…
Saatime bakıyorum: ‘On sekiz kırk dört.’ Otuz altı dakikadır bekliyorum. Yanlış!.. Beş yıl, on bir ay… Daha doğrusu, tamı tamına; yirmi üçü pandemide geçen, tek tek saydığım yetmiş bir ay. Onu en son ne zaman gördüm?
Sürekli gittiğimiz restoranda… Yazdı. Bahçedeydik. Yemekten sonra, kahvelerimizi içerek sohbet ediyorduk. Gülerken, elimdeki kahveyi tişörtüme dökünce; garson, koşar adım gelip “Bir şeyin yok ya Suzan abla?” demişti. O garsonu işten çıkardılar sonra. Restoran iflas etti. Üzerine kahve döktüğüm tişört yer bezi oldu çoktan… Ben, elimi sayısız kez bir yerlere çarptım. Yalan değil, yaşlandım biraz. Beyazlarım ve kırışıklıklarım daha fazla. Saçlarımı boyattım. Kırıklarını aldırdım… Hiçbirini görmedi. Siyah topuklu ayakkabılarımı daha o yaz, Batı Akdeniz’de bir dağın tepesinden fırlattım. O çoğaldı içimde, ben kendimi kaybettim. İzimi bulmak için girdiğim sokaklarda trafik kazaları gördüm. Yanlarından üzülerek geçtim. Sırası gelmemiş olan birçok kişi öldü. Annem kanser…
Masaya düşen gölgenin nedenini öğrenmek için başımı kaldırdığımda, gözlerimdeki nemi siliyorum. Kontrol etmeye çalıştığım, ciğerlerimden yükselen titreme, boğazımda takılıp kalıyor…
“Merhaba Suzan…”
Kemal… İyice kısalttığı saçları yüzünün keskin hatlarını ortaya çıkarıp çenesini sivriltmiş. Sakallarına verdiği şekil, yüzündeki ifadeyi belirginleştirip kah buzdan mızrakları, kah ateşten okları andıran bakışlarını ortaya çıkarmış.
“Seni şaşırttım…”
‘Şaşırtmadın’ diyecek halde değildim: “Şaşırttın.” dedim, “Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”