Gidişlere şahit olduğum günlerin kelebek etkisi mi bilemiyorum, ya da izlerken etrafımdaki insanların karar veriş biçimlerini tekrar tekrar muhakeme yapıp ben olsaydım ne yapardım sorusunu hala kendime sorduğumu fark ettim. Bu benim yıllardır bırakamadığım bir alışkanlık… Kadim bir gelenek gibi üzerime yapışan farkında olmadan derinliğine daldığım! Derin ama ne kadar? Düşünmeden içine atladığım, artık karanlığından bile ürpermediğim bir tekrar haline geldi sanırım üstelik defalarca en dibi görene kadar uğraşıp zihnimi tamamen boğulmaya bırakmama rağmen. Bir o kadar yorucu zihninizin tekrar tekrar ötenazi hakkını size karşı kullanıyor olması, sabah olup uyandığınızda kaldığınız yerden devam ediyor olmak diriliğe… Bu yüzden kızıyorum kendime, hayatın telaşesi yetmiyormuş gibi bir de oturduğum yerde düşünce ikmaline zorlamak beynimi kendimle bitmeyen kavgalarımın kadrolu sebebi oldu… Ama diyorum sonra-ama kendinden önce söylenen cümlelerin haklılığını biraz öldüren bir bağlaçtır- tamda bu kızgınlığın hükmünü yitirmesi için ‘böyle istiyorum’, ben karar verdim, benim tercihim sevdiğim en güzel cümle! Hatta kendimle olan kavgamda bile bunu söyleyebildiğimde kendime, kazanıyorum!
Kitabımın önsöz yazısında da yazmıştım daha önce, sanırım fıtrat, adına ne derseniz diyebilirsiniz bunun, çok renkli olan şeyleri ben hiç sevemedim. Net olmayan şeylere olan tepkim kafamın içinde iltihaplı bir bölge gibi, içi irin dolu sancıdan kıvrandıran. Ne istediğini ya da neyi istemediğini bilmekle alakalı belki, belki kararlarla, sonuç olarak şunu biliyorum-bence demeyeceğim, öyle olduğu konusunda epey iddialıyım- net olmalı insan! Bir rengi olmalı! Mavi ya da yeşil, siyah ya da beyaz belki kırmızı ama bir rengi olmalı kurşuni ya da ebruli değil… Ve en önemlisi karar verebilmeli, olanı da olmayanı da sahiplenebilmek için.
Kadere inanıyorsanız o başka ama her şeyin aslında bir tercih olduğuna inanırım aynı zamanda hayatta… Yol ayrımlarında yaptığımız seçimler, söylemeyi tercih ettiğimiz cümleler ya da söylemediğimiz kelimeler… Gidişler, ayrılıklar vedalar ya da dönüşler… Hepsi verdiğimiz kararların hayatımıza bıraktığı birer gölge, kabus ya da mutluluk olabilir… Ama ne dersek diyelim, neye inanırsak inanalım ya da kalbimiz kime hüküm giydirip kesse de diliyle cezasını, asıl olan irademizin verdiği kararların birer sonucudur… Bu yüzden çok da doğru bulmam hayıflanmayı… Verilen kararın doğruluğunu mu sorgulamalı bunu yaparken yoksa ben ne istiyorum mu sormalı insan kendisine? İşte burada başlıyor bir tercihin hikayesi de…
Hikâye bu; yol ayrımına geldiğinizde, insanlar ne der? Hayatımdaki insanlar ne istiyor? Verdiğim karar kimi etkileyecek? Aldığım karar cezalandıracak mı ya da kızdıklarımı? Savaşmalı mıyım yoksa dönüp gitmeli mi? Hangisi doğru… Diye uzayıp gider giriş bölümünde. Gelişme bölümüne geldiğinizde duygular girer devreye, uzunca yapılan konuşmalar cümleler… Üzüldükleriniz ya da sevindikleriniz kaybetmek istemedikleriniz ya da görmek dahi istemedikleriniz hatta en çok da endişeleriniz. Şikayetleriniz sebepleriniz dile getirdiğiniz ama aslında emin olmadığınız için yarım kaldıklarınız. Hatta doğrusu olduğuna inanıp o kararı vermemek için başkalarını suçlama girişimleriniz. Halbuki verilen kararlarda fail yoktur, bir tercih yapar onun sonuçlarını yaşarsınız ama başkasını suçlamak o kadar kolaydır ki tıpkı sevginiz ve nefretiniz gibi. Mutsuz mu olurum mutlu mu sorusu bir terazinin iki kefesinde sallanır durur belki saatler belki günler belki haftalar ya da aylarca… Kararsızlığın arafında kalakalırsınız!
Sonuç bölümüne geldiğinizde bu hikâyenin bir karar vermek zorunda hissedersiniz kendinizi nihayetinde, tamam dersiniz ve sonra tamamına erer hikâye gökten üç elma düşer kafanıza! Ama elma bu düştüğünde düşünmüş insanoğlu neden düştü diye… (Newton da düşünmüş bir hayli ilk değilsiniz, o sadece bu soruyu soran ilk kişi olmasıyla ünlü) işte hikâyenin hikayesi de tam burada başlar o elmayı sorduğunuz anda! Çünkü bu kadar sorunun içinde kendinize sormayı unuttuğunuz bir soru vardır üstelik bu karmaşanın ve cümle yığınının içinde hiç cevaplanmamıştır! Kafanıza düşen elmanın adı tamda böyle okunur “Ben ne istiyorum?”
Soru basit gibi görünse de okuduğunuzda, bence yol ayrımlarında cevaplanması en zor olan soru budur! Çünkü insanın kendini kandırması değişmemiştir Ademle Havva’nın cennetten kovulmasıyla başlamış, babadan oğula geçen bir miras gibi yapışıp kalmıştır insanın doğasına, insan dürüst olmayı en çok da kendine yalan söylememeyi hiçbir zaman becerememiştir. Karara giden yolda en büyük iyilikte yalan söylememektir. Karar vermek… Varoluşsal bir sancıdır aslında tıpkı bir bebeğin gözlerini açması için dünyaya annesinin çektiği doğum sancısı gibi… O sancıyı çekmeden nihai sonuca ulaşılmadığını çözmek, oldurmaya çalışmadan düşündüklerimizi, kararlarımızla yön vermek hayat vermek istediğimiz tercihlere bu farkındalığın sonucudur! Ve verilen her kararın bir sonucu olduğunu öngörüp kabul edebilme yetisi de bu sürecin getirdiği bir olgunluktur.
Gerçek soruyu sormak ve istediğini tercih etmek sonucunda insanı huzura erdiren, nihayetinde kimseyi suçlamadığı kabul ettiği ve farkındalığıyla hayattaki yolculuğunu sürdürdüğü en temel davranıştır, o zaman insan güçlü, o zaman öğrenmiş, o zaman geri dönme eğilimi olmadan karar olgunluğa ermiş olur ve hikâyenin hikayesi de burada son bulur…
Yukarıda bahsettiğim kitabın önsöz cümlesinde de yazdığım gibi “ne istediğini bileceksin hayatta olanı sahiplendiğin kadar olmayana da eyvallah deyip yürüyüp gitmeyi bileceksin. Ve hep söylediğim gibi en çok kendini seveceksin…”
![](https://kibelekultursanat.com.tr/wp-content/uploads/2024/12/IMG_20241202_132146.jpg)
Yazıyı nasıl buldunuz?
Oy için yıldıza tıkla!
Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı
Oyu yok
We are sorry that this post was not useful for you!
Let us improve this post!
Tell us how we can improve this post?