Tahta kapının aralığından süzülen sarı ışığın gölgelendirdiği
sedirde amcamla babam çok ciddi bir şeyler konuşuyorlardı.
Babam anlatıyor da anlatıyordu. Bu heyecanın karşısında amcam
da onun coşkusuna ortak olarak:”Mehmet gözün arkada
kalmasın.”diyordu. Sanırım babam uzun bir yolculuğa çıkıyordu.
Evde mis gibi kokan İzmir köftesi bile iştahımı açmıyordu. İçimde
kara bir bulut çocuk düşlerimin üzerine düşmüştü. Bir karanlık ki
ucu bucağı anılarımdan çıkıp buralara kadar gelip buraları acıtan
bir buhran… Karanlığın tedirginliği erik ağacımı da korkutmuş
olacak ki o da bana hiç gülümsemiyordu. Kendimi çok kötü
hissettiğim anlarda erik ağacına çıkar, yapraklarının arasında
dolaşır, erik ağacının dallarına dokundukça kendimi çok mutlu
hissederdim.
O gün akşamüzeri amcam ve babam sarı ışığın altında veda
konuşması yaparken ben yine erik ağacıma çıktım.Erik ağacım;
acaba senin dalların, kadifemsi yaprakların, beni de bir gün terk
edecek mi? Sana dokunması ne de güzel, ne de hoş…Kuşların
yuvası,serçelerin tüylerinin yumuşaklığı sanki yüzümü
okşuyor.Mutfağın açık penceresinden konuşmalar yankılanarak
geliyordu.Babamın sesini duydukça sesi kulaklarımda bir daha
yankılanıyordu.
Sarı oda tavandaki lambayla çınlıyordu. Sararan odanın sürekli
titreyen ışığı odadakileri ışıtmıyo, babamın kar beyaz saçları bile
bu karanlığa bir çare olmuyordu.
İçimden “Olmaz baba! ” diyesim geliyor ama çocuk düşlerimle kim
duyardı ki beni…
Babam ve amcam karar vermişlerdi, babam tekrar
Almanya’ya gidecekti. Önce Paris ardından karayoluyla Bremen ‘e
geçecek, oradan eski arkadaşlarını bulacak, eski arkadaşları kaçak
yollarla onu işe sokacak, ilk zamanlar ev bulamayacak ama eski ev
sahipleri ona yardım edecek, belki günlerce Almanların yardımıyla
geçinecek. Sonunda tutunmaya çalışacak ailesine yardım
edebilecekti. Babam bunları amcama teker teker anlattıkça benim
içimden bir şeyler kopuyordu. Erik ağacı dallarını buluşturmuş,
yanaklarımı kulaklarımı saçlarımı okşuyordu. Sanki gerçeği kendisi
de biliyor da beni teselli ediyormuş gibiydi. İki adamın veda
konuşmasını dinlerken içim kavruluyor, kavruluyor, kavruluyordu.
Bir yutkunma geliyor tam boğazımda kalıyordu. Avrupa
sokaklarında yalnız bir adam düşünüyorum, üzülüyordum. Erik
ağacım iyice zayıflamış beni taşıyamayacak bir hal almıştı. Neden;
gitme baba demiyorsun, diyordu bana. Gideceğini bildiğim halde
gitme deyip iki tarafın da yüreğindeki yarayı kaşıyıp kanatıp
ağlatmak istemiyordum. Babam ağlayacak ben ağlayacaktım. Her
şeye rağmen; gitme baba, diyesim geliyor, ağzımı açıyorum bir
türlü sesim çıkmıyor ağzımı kapatırken kupkuru olmuş
damaklarımı dilimle ıslatıyorum. Yutkunmak istiyorum, bir kaya
parçası boğazıma oturmuş ve nefes alamıyor, sonra
söyleyeceklerimden vazgeçiyordum.
Amcam ile babam içerde son detayları konuşurken amcam,
babama hangi adreslerden ulaşacağını yazıyordu. Babam daha
önce bildiği arkadaşlarının adreslerini tek tek amcama
yazdırıyordu. En son benden mektup bekle, diyor. Sonra siyah
çanta kapanıyor. Takım elbiseli iki adam kucaklaşıyor, yüzlerinde
ayrılığın acısı gözlerinde bulutlanmış yarım bir keder birbirine
sarılıyorlar. Ben artık ayrılığın kaçınılmaz olduğunu kabullenerek
erik ağacından iniyor, bir kediciğin zavallı inleyişleri içinde
yatağımda kıvranıyordum.
Babam, küçük kareli takım elbisesiyle yatağıma yaklaşıyor,
ben her zaman olduğu gibi uyuma taklidi yapıyordum. Babam
hafifçe yorganımı aralıyor, uyuduğumu zannediyor önce saçlarımı
avuçlarıyla okşuyor, sonra da yanağıma küçük bir öpücük
konduruyor. Ben yatağımda babamın kokusunu içime çekiyorum
bu kokuyu içimden hiç çıkarmamak için nefesimi tutuyorum.
Nefesimi içimde tuttukça babamı da içimde tutacağım zannederek
nefesimi zorluyordum.
Öpücük konduran babamın uzaklaşan ayak seslerini ve kapı
sesini duyduktan sonra yatağımda uzay boşluğuna düşmüş bir
karınca gibi oluyorum küçüldükçe küçülüyorum.
O öpücüğün bir son olduğunu bu sonun babamın yolculuğuyla
başlayıp içimde hala acıyla süreceğini ve yıllarca içimi acıtacağını bilemiyordum.