Okuldan gelip annemin her gün bir şeyler uydurarak yaptığı yumurtalı ıspanak yemeğini yedikten sonra babamdan kalan on altılık tüfeğimi elime alıp kasabamızın bir gün coşkun sularla çağlayan bir gün de iyice cılızlaşan çayına doğru yola koyuldum. Kasabamızın bütün pisliğini alıp götüren ırmak beni nerelere sürükleyecekti bilemiyordum. Babam öldükten sonra yalnız başıma dışarılarda vakit geçirmek istiyordum. Hayatımı doldurmalıydım ama neyle…
Elimdeki tüfeğin dikkat çekmemesi için onu beyaz bir çuvala koymuştum. Irmak taşların içinden yuvarlanırken ben de tüfeğimle ırmağın yanı başından akıyordum. Ramiz Abi’den tüfeğin nasıl doldurulacağını öğrenmiştim. Onun boş fişeği el makinesine özenle yerleştirişine, fitili yavaş yavaş ve dikkatlice fişek kovanının içine itişine, barutu ölçüp kovana dolduruşuna iyice bakmıştım. Ramiz Abi fırsat buldukça ava gider avda olan biteni gelir evde anlatır, oğlu Ali de avı kendisi yapmış gibi mahallenin çocuklarına babasının av maceralarını böbürlene böbürlene aktarırdı.
Babamın on altılık tüfeğiyle ırmakla birlikte uzayarak aşağılara doğru akarken kamıştan oltasını suya sallayan acemi balıkçılara, balıkçıların sepetlerinden balık aşıran hırsız yengeçlere, sudan başını kaldıran sonra birden içine sokan su kaplumbağalarına, onları taşlayan çocuklara, taşların altından buldukları su yılanlarını kuyruklarından tutup arkadaşlarını korkutanlara rastladıkça içimdeki yalnız kalma isteği gittikçe artıyor, adımlarım hızlanıyordu.
Kasabanın alt mahallelerine doğru çayın suları boklu derelerle karışıyor, suyun rengi bazı yerlerde renk değiştirip koyu kahverengi oluyordu. Su başını taşlara vurdukça yeniden kendisi oluyor ve berraklaşıyordu. Kenar mahallelerden kurtulup da tarlalarla buluşunca su kendini arıtıyordu fakat kasabanın elleri ayakları yine de suyun içindeydi.
Kıyıda düşüncelere dalıp kasabanın son mahallesini de geçerken ölü balıklar, hayvan leşleri, at iskeletleri midemi bulandırıyordu. Hayvan leşleri üzerinden uçan martılara bakarken bir an önce ovanın içinden daha da ötelere akmak istiyordum.
Ovanın içinde ırmakla aktıkça büyüdüğümü hissediyordum. Elimdeki tüfek beni daha da büyütüyordu. Zaman zaman elimi çuvalın içindeki tüfeğin kabzasına atıyor sıkıca sarılıyordum. Irmağın karşı yakalarına baktıkça ovanın uçsuz bucaksız yeşilliği içimdeki sonsuzluğu arttırıyor, ufukları olmayan tarlaları seyrettikçe masallaşıyordum. Başım mavileştikçe mavileşiyordu.
Ovanın ilerlerine doğru tümseğin ötesindeki köye yaklaştığımda köyün çocukları tümsekte kümeleşmiş topraktan bir şeyler çıkarıyorlardı. Ellerindeki kutuya bakınca akrep yakaladıklarını gördüm. Şehir yolunda eriyen asfalttan kopardıkları parçaları bir ipte yuvarlayıp topraktaki akrep yuvalarına sokuyorlardı. Zifti ısıran akrep ise bunu bir türlü bırakamıyor avcısına yakalanmış oluyordu.
İçlerinden biri:
-Bunları dövüştürelim mi? dedi. Kısa bodur olanı heyecanla,
-Tamam lan, benim akrep hepsini öldürür, dedi.
Boş bir yağ kutusunun içine koydukları akrepleri heyecanla seyretmeye başladılar. Akreplerden istedikleri kapışmayı göremeyince zayıf olanı:
-Yakalım lan bunları, dedi.
Diğerleri, heyecanla bir yerlerden kağıt parçası aramaya başladı. İnce uzun boylu olanı beni fark edince:
-Abi yanında ateş var mı, dedi.
Biraz şaşkın bir şekilde,
-Yoook, dedim. Kısa boylu tıknaz çocuk bende kibrit var diyerek cebinden çıkardığı kibriti hemen yakıp bir kağıdı alevlendirdi ve akrep dolu yağ kutusuna attı. Yapmayın der gibi bakarken ince uzun olan kaşlarını çatmış bana bakarak:
-Öldürmeyelim de akşam gelip bizi mi soksun, diye gözlerini benden ayırmadan bağırmaya başladı. Bense çocukların doğayı saçlarından tutup sürüklemesini şaşkınlıkla seyredip tüfeğime sarılarak ırmağın bana gösterdiği yoldan tekrar sular gibi akmaya başladım.
Adımlarım iyice ağırlaşıyor fakat içimdeki heyecan daha da artıyordu. Tarla süren bir traktörün yanında durmuştum tarla sürülürken simsiyah toprağın alt üst olduğuna bakıyor türlü türlü böceklerin topraktan fışkırmasını hayretle seyrediyordum. Adını bile bilmediğim kuşlar traktörün arkasından böcekleri alıp uzaklaşıyor tekrar geliyorlardı.
İçimdeki avcı:
-Hadi sıra sende, dedi.
Hemen tarlanın bir köşesine yattım nefesimi tuttum gez, göz, arpacık ve ateşleyecektim. Ateşlersem kuşlardan üç beş tanesi artık mavi göklerle buluşamayacaktı. Ben de Ramiz Abi gibi bir avcı olacak artık oğlu Ali, mahallede benim avcılığımı hayranlıkla anlatacaktı. Yine nefesimi tutuyor nişan alıyor fakat tüfeğin horozunu yavaşça tekrar indiriyordum. Kuşlar simsiyah yağlı topraktan solucanları alırken aklımdan ırmağın saçlarını taşlara çala çala ovadan maviliklere gidişini geçiriyor ve bir türlü ateş edemiyordum. Irmağın bana gösterdiği yolda ne yapacağımı bilemiyordum.
Tüfeğin namlusunu tekrar kaldırdım artık basacaktım tetiğe. İçimde midemden başlayarak boğazıma doğru bir yanma oldu. Yutkunurken ağzımın iyice kuruduğunu fark ettim. Ayaklarım sanki yere basmıyordu bir boşlukta gibiydim. Nefesim elimdeki tüfekten daha çok korkutuyordu beni. Yüreğim bir mermi gibi ağzımdan çıkacakmış gibi çarpmaya başlamıştı. Bu defa namluyu indirmeden boşluğa, gökyüzüne doğru havaya kaldırdım. Gökyüzü alabildiğine maviydi, masmaviydi. Bastım tetiğe her şey gürültüyle irkildi.
Korktu kuşlar.
Durdu traktör,
Gitti çocuklar gitti.