Gecenin yarısına geldim. Merdivenleri hızla çıktığımdan olsa gerek nefes nefese kalmıştım. Kalbim kendi etrafında çıldırmış gibi dönüyordu. Bir ses duyuyordum, sanki ormanın derinliklerinden gelmiş gibi bir ses. Zili çaldığımı hiç fark etmemiştim oysa. Sanki binlerce kuş aynı anda çığlık atmıştı. Zil sesinden ürpermiştim.
Gökyüzünün bilmem kaçıncı katında, karanlığın içindeydim. Ara sıra merdiven boşluğundaki pencereye bulutlar geliyordu. Saçtıkları ışıkların loşluğu ne hoştu. Fakat bunları düşünmemeliydim. Zile var gücümle tekrar bastım. Düğmenin metalik soğukluğu, parmaklarımın ucundan bedenime yayılıyordu. Üşüyordum. Bir tıkırtı geliyordu büyük siyah kapının ardından ve nihayet açılmıştı kapı. Nasıl açıldığını anlayamadığım kapının arkasında kimse yoktu.
İçerisi daha aydınlıktı buraya göre. Önümde uzanan dar ve uzun koridorun yanlarında sağlı sollu kocaman kapılar vardı. Renkleri ve dokularıyla bana kuru yaşlı ağaçları anımsatmışlardı. Kapıların önlerinden yavaş yavaş ilerliyordum. Sağımdaki kapılardan birini açacak oldum ama bir anda vazgeçmiştim. Ayaklarım beni koridorun sonuna götürmek istiyordu. İstediğini yapacaktım. Yarı karanlığın içinden süzülerek geçiyormuş gibi bir his dört bir yanımı sarmalamıştı. Sonunda büyük bir kapı önüne gelmiştim. Görebildiğim kadarıyla turuncu bir kapı önündeydim. Gözlerimle algıladığımı sandığım bu rengi aslında başka bir duyumla algılıyordum. Altın sarısı kapı kulpunu aşağıya doğru indirdim. Açamamıştım. Tekrar denedim, sonra tekrar. Beşinci denememde açılmıştı turuncu kapı. Açar açmaz gözlerime ve kalbime dolan aydınlık karşısında dilim tutulmuştu. Birisi çok tanıdık bir ninni söylüyordu fakat kim olduğunu göremiyordum.
Gözlerim ışığa alıştığında aslında içerisinin o kadar da aydınlık olmadığını fark etmiştim. Karşımda duran üç büyük pencereden ara sıra parlak ışıklar doluyordu içeriye. Sanki anayoldan vızır vızır geçen taşıtlar ışıklar saçıp gidiyor gibiydiler. Pencerenin kenarlarında şimdiye kadar hiç görmediğim bir renkte perdeler asılıydı. Çok, çok büyük bir odadaydım. Elimi gözlerime siper edip baktığımda bile sonunu göremediğim bir oda…
Zemindeki aşınmış parkeler yer yer kirli beyaz bir renkle kaplanmışlardı. Kim bilir hangi zamanın tozuydular.
Sonra üzeri beyaz bir çarşafla örtülmüş kanepeyi far etmiştim; tüplü televizyonu, paslanmış vazoyu, solmuş bir resmi hapseden çerçeveyi, sehpanın üzerindeki metal dikiş kutusunu, bir de elma çekirdeklerini… Kim yaşıyordu burada ya da kim yaşamıştı? Fakat, fakat bir şeyler ayrılıyordu belleğimden, yapışıp kalmış bir şeyler. Bir öksürük takılı kalmıştı boğazımda. Uzanıp pencereyi açmıştım.
Kapıdan daha turuncu, daha parlak ve çok daha büyük bir güneş olanca gücüyle içeriye girmeye çalışıyordu…