YAŞI DAHA ON ÜÇ
O gün giysi dolabının önünde durdu. Uzun uzun askıda asılı kıyafetlere baktı. Gözüne ilişen beyaz üzerinde ufacık çiçekleri olan, beli lastikli, omuzu straplez elbiseyi giymesi gerektiğini hissetti. İnce beyaz floş ipten örülmüş yazlık hırkasını eline aldı. Yaşı daha on üç olmasına rağmen bileği kadar kalın pelik örülmüş saçları beline kadardı. Dağınık bıraktığında dalgalı ve uzun kahveli saçları yaşını olduğundan daha büyük gösteriyordu. Saçlarının renginde iri gözleri, kıvrımlı pembe dudakları, yeni çıkmış genç kız çitlembik memeleri ve pürüzsüz teni bu elbisenin altında daha belirginleşiyordu.
Kafası karışıktı. Babasının ölüm yıldönümünde onu anacak kimse kalmamıştı. Annesi babasının vefatından sonra ikinci evliliğini elalem ne der diye, sahipsiz kalmamak için yapmıştı. Büyük ablası evliydi ve bir kız çocuğu vardı. Ağabeyi, ortanca ablası ve üvey kardeşleriyle birlikte yaşadıkları bu evde, öz babası çoktan unutulmuştu. Ufacık bir kız çocuğuyken kaybetmişti, yüzünü dahi hatırlamıyordu, lakin görünmez bir bağ oluşmuştu yüreğinde. Güzel giyinip aynanın önünde saçlarının buklelerini düzeltip evlerine çok yakın olan babasının mezarlığına ziyarete gitmeliydi. Aynanın önünden uzaklaşıp yola koyulduğu zaman elindeki çiçeklerde kendisine eşlik ediyordu. Mezarlık onun en rahat hissettiği mekanlardan biriydi. Kimsenin sevmediği kadar seviyor, herkesin korktuğu yerde hiç korkmuyordu. Babası onu bekliyordu, çiçekleri görünce sevinirdi. Mezarlığın giriş kapısının köşesinde etrafı mermer taş kaplı, çok eski zamanlardan kalma çeşmenin kurnası çoğunlukla dile gelirdi, bir tek kendisi anlıyordu. Ruhani sırlarla dolu bu mezarlık Safiye yi acayip rahatlatıyordu. Çeşmenin yanında duran güğüme su doldurdu, elindeki çiçekler mezarın üzerinde çoktan yerini almış hatta sulanmıştı bile. Havanın yumuşak tatlı esintisi her defasında bir şeyler anlatıyordu, bazen anlıyor, bazen anlayamıyordu. Sulanmış mezardan çıkan koku, onu geçmişe götürürdü her seferinde. Uzun uzun gözlerini kapatıp babasını hatırlamaya çalıştı. İki yaşındaydı, duvarda asılı resimler hafızasındaydı. Evet o an Safiye babasını hatırlıyordu, kucağındaydı sımsıkı sarılmıştı. Kokusunu duydu, burnunda ki güzel bir kokuydu. O anda suladığı toprağa karışmış çiçek kokusuna, yanmış odun kokusu karışıyordu. Bu koku çok güzeldi her seferinde içini ısıtıyordu, hiç olmadığı kadar kendini güvende hissediyordu.
Annesinin sesi kulağına çalındı
—-Safiye babanı rahat bırak yorgun dinlenmesi lazım, gel kızım evimize gidelim.
Safiye annesinin uyarısına tepki veriyor avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyor, iki ayağını babasının ayaklarına vuruyordu. Hayallediği anlar bunlardan ibaretti canı yanıyordu. Öncelerinde babasının ziyaretinde yaşananlarla, duvardaki resim birbirine karışıyor, babasının eviyle kendi yaşadığı evin neden aynı yer olmadığına anlam veremiyordu. Oysa çocuklukta anlatılmayan saklanan, ötelenen her mevzu Safiye nin travması haline dönüşmüştü. Canı yanmasın denilen her saklanmış acı, şimdilerde onun canını daha çok yakıyordu.
Gözlerini açtı, bir an sımsıkı yumduğu gözlerinin dışarıdan gelen ışıkla daha çok kamaşmasını yaşadı. İki eliyle gözlerini kapatıp oğuşturmaya başladı. Artık dertleşme zamanıydı babasıyla.
—Bu gün doğum günüm, kimse hatırlamıyor, sen olsaydın hatırlardın babacığım. Olsun üzülmüyorum alıştım. Biliyor musun muz diyorlar adına meyveymiş. Kadının biri kabuklarını soyarak yedi, bende annemden istedim çok kızdı pahalıymış. Dayanamadı aldı ama kabuğuyla yemem için zorladı o kadar para verdik öyle yiyeceksin dedi. Karşımızda duran kadını gösterdim elimle
—- Bak anne abla kabuğunu soyarak yiyor, o zaman ikna oldu soyarak yedik. Çok beğendi ne güzelmiş bu meyve dedi. Kabzımal bey amca güldü, hanım hanım yenmez muzun kabuğu dedi. Annem de güldü…
Ben anlatıyorum sen dinliyorsun, sende anlatsana babacığım…
Hafif bir esinti çarptı ensesine, ürperdi Safiye. Köşede duran çeşmeden su dolduran biri vardı, su bir müddet mermer taşın içine boş boş aktı. Sular aktığı yerde melodiye dönüşüyordu, güğümlere dolan su başka ses çıkartırken dolmasına yakın çıkardığı ses toklaşıyordu. En son kurnanın kapanırken çıkardığı ses veda gibi geldi kulağına. Daha çok içi ürperdi.
—Biri var babacım, peşimden koşuyor beni sevdiğini söylüyor. Galiba ben de seviyorum. İlkokuldan mezun olduktan sonra annem beni evimizin karşısındaki okula göndermedi. Biliyorsun… Okuyup ne yapacaksın başıma kötü kötü işler mi açacaksın dedi. Okul müdürü geldi rica etti biz okutalım dedi, dinlemedi. Düşünüyorum yaşasaydın ne olurdu, sen beni okula gönderir miydin babacım. Biliyorum gönderirdin.
Uzun uzun hüzünlü bakışlarını çiçeklerin üzerinde dolaştırdı Safiye. Yutkundu ağlamaklı ses tonuyla evde yaşanan birkaç mevzuyu anlattı. Anlatılanlara parmakları da eşlik ediyordu.
—Ablam bana pepe pepe pepe diyor, üzülüyorum ama anlamıyor ki gülüyor, hem de kahkahalarla. Susuyorum. Üvey ağbim korumaya çalışıyor deme kıza öyle diye, sen sus ne karışıyorsun benim kardeşim diyor. Galiba evlenmek yaşadığım evden kurtulmak için tek kaçış yolu değil mi baba…
Safiye umutlanmak istiyordu, sevilmek, önemsenmek istiyordu. Belki de kalabalıklardan kurtulup aynı bulunduğu bu mezarlık gibi kalabalık ama sessizleşmek istiyordu. Annesi bulunduğu bölgede dikiş diker, evlere pişmaniye helvası çekmeye giderdi. Sahip olduğu küçük meyve bahçesinden meyveleri toplayıp kabzımala satardı. Evin en küçüğü olmasına rağmen ablaları ve ağabeysi çok ilgilenmemişti. Zaten evlenen kurtulmuş sayıyordu kendini. Safiye nin içini döküp rahatladığı tek yer babasının mezarlığıydı evlenirse belki de gelemeyecekti.
Kimliğinde adı farklı yazıyordu. Belki de kaderi o zaman değişime uğramıştı, yazılanlar silinip yeni yazılara bırakmıştı.
Yan komşunun kızı kapı önünden geçen meyve arabasının altında kalmış, oracıkta vefat etmişti. Annesi Safiye ye seslendiğinde tabi şu anki adıyla değil. Komşu kadın bahçeye çıkıp
—Bizim kız Ayla öldü sizin kız Ayla da ölsün, bizim kız Ayla öldü sizin kız Ayla da ölsün
Diye defalarca bağırınca annesi çözüm olarak kendi kızının ismini değiştirip bundan sonra sen Safiyesin demişti. Çok zor bir alışma sürecinden geçmiş olan Ayla yıllar içinde Safiye olarak yerleşmişti herkesin ağzına. Acaba kaderi de bu isimle değişmiş miydi? On üç yaşında genç kızlığa adım attığı şu yıllarda en çok sorguladığı şey
–Ben babamı kaybettim, adımı kaybettim, konuşmamı kaybettim itiraz hakkım yok, hiç olmadı ki!
Doğru olan yada olmayan her ne varsa Safiye yi bulmuştu. Gece uykularından defalarca uyanmış komşu kadının ağlamalarına şahit olmuş, bizim Ayla öldü sizin Ayla da ölsün cümleleri, onun kulağından hiç eksik olmamıştı. Yüreği o zamanlardan paramparça kırık, cümleleri daha o zamanlardan kesik kesik yarım kalmıştı. Kimseyle karşılaşmamak ve konuşmamak için mümkün olduğunca kaçıyordu. Başkalarından kaçarken zaman içinde kendisinden de kaçar olmuştu.
Bir umudu kalmıştı, evlenirse hem de ona aşık bir delikanlı da peşindeyken, kendi evinde mutlu olabilirdi. Belki de kimsenin bilmediği hatta unuttuğu gerçek adına kavuşabilirdi. Kimliğini geri kazanabilirdi.
Kim bilir uzak uzak şehirlere gideceğiz, evimizi oralarda kurarız diyordu. Hem yakışıklıydı çocuk, Safiye ye olan ilgisine aşk diyordu bu da onun çok hoşuna gidiyordu.
—Evet babacım istemeye geleceklermiş, eğer gelirlerse annem verir biliyorum, evden bir boğaz eksilir. Hem büyük şehirde yaşatacakmış beni. Galiba bende okuyamadığım bu topraklardan uzaklaşmak istiyorum. Mutlu olacağız biliyor musun? Hissediyorum… Seni çok seviyorum babacım senden ayrılmak zor gelecek ondan emin olabilirsin, ama yüreğimde olacaksın….
Köşede ki musluk gacırttt gırcccc diyerek açılış sesi yaptı, musluktan foooşşşş fııısss diye bir ses geldi. Su akmıyordu kesilmişti. Bir anda çıkan rüzgar mezarlığın demir kapısını sert bir şekilde kapatıp açtı. Hava bir anda değişmiş ortalık toz duman olmuştu. Ağaçlar yapraklarını bedeninden atıp savururken, dalları birbirine dolanıyordu. Gökyüzü on dakika önceki ışığını ve sıcağını yayan güneşi bulutların ardına saklamıştı. Safiye beyaz hırkasıyla önünü kapatıp iki omuzunu öne doğru büzüştürerek mezarlığın kapısından koşarak çıktı, evi umutları kadar artık çok yakınındaydı…