Geceleri ay ışığına mahkum ücra bir köyün briketle çevrili ağılında, uzunca kuyruğu havada, çivit mavisi bir akrebin simli pırıltısıyla gözlerini araladı keçi. İrkilerek doğruldu, iki ayak geriledi.
İğneli kuyruğunu hızlıca indirip olduğu yerde dondu akrep.
Keçi ileri doğru çevik bir hamleyle atıldı. Ön ayak tırnaklarıyla akrebin kalın kabuğunu fiskeledikten sonra korkuyla geri çekildi. İrice açılmış gözleri kımıltısız akrebin üzerindeydi.
Akrep, bir üçkağıtçının göz yanıltan çabukluğu ile karnının altında gizlediği kamçısını sürüyerek kendini yana kaydırdı, adeta fırlattı… Ağıla sızan ışığın ulaşmadığı köşede, karartı olarak görünen nesneler ayırt edilemiyordu.
Çakıl taşı, kuru ot, tavşan boku, briket kırığı, kazan cürufu… Hepsi birbirine benziyordu. Hepsinin birer akrep olduğunu düşünerek huysuzlandı keçi, ileri geri tepinmeye başladı. O esnada çarptığı boş tenekeden tangır tungur sesler çıktı.
***
Cuma oğlu Cuma!
Sabah gider nahıra akşam gelir ahıra…
Okuyup bir yere geleydin de kıraydın bu çelik örme yazgıyı.
O vakit, baş göz etmezlerdi Cano’yu ağanın şeherli çalık oğluyla…
Gireydin devlet kapısına, nemrut babası demezdi belki o vakit, verecek kızım yok belengaza!
Allı turnam… Nere baksam sen! Dalda kirazım, dağda ıçkınım, gökte yıldızım.
Göçtüğünden beri yaşamıyor bu Cuma!
Düğün var dediler, Mekin Ağa’nın düğünü, oğlunu everiyor… Akrep soyu! Dersin göğsüme öküz oturmuş, nefes alamam. Dersin üzerimden tır geçti.
Oğlana bakarken gözleri parlıyordu dediler,
allı gelin güle oynaya kına yaktı dediler…
Dersin öldüm.
Canom… Ne tez unuttun bizi! Gölgesinde gülüştüğümüz söğüdü, sakladığımız iğde çekirdeklerini, adını verdiğimiz “Kınalı” yı, berrak tarafına ağzımızı dayadığımız derede dudaklarımızdan aldığımız payı…
Ağıldan gelen sesle kahırlı düşüncelerden sıyrılıp doğruldu Cuma. Kurt muydu çakal mı? Yoksa hırsız mı?
Bunu öğrenmek için av tüfeğini yanına alıp ağıla gitti.
Kınalıydı…
Gürültücüyü sakinleştirdikten sonra,
“İLK SEFERDE..” dedi çoban. Keçiye sarılıp öptü, ağladı.
“Seni keseceğim!”
SON