Parmaklarımın acıdığını fark edip eski duvar saatine baktım. O kadar uzun zaman geçmiş ki… Bardağımdaki su yarıya bile gelmemiş, kuşların sesi artık duyulmuyor. Akşam olmak üzere demek ki. En sevdiğim vakitler…
Yazdıklarıma bakıyorum aceleyle. Bütün cümlelerin sonunda yanıp sönen imleç beni uyarıyor sanki. Sanki bir güç, bir baskı var bu rahatsız sandalyede biraz daha oturmam gerektiğini hatırlatan. Ama yok, oturmayacağım. Belim tutuldu tutulacak, hem boynum da ağrıyor. Okudum şöyle aceleyle parmaklarımdan ekrana düşenleri. Olmamış yine, istediğim gibi değil.
Buraya, bu ıssızlığa neden geldiğimi soruyorum kendime. Cevabımın değişmediğini bilsem de. Yazmak, yalnızca yazmak istiyorum. Hiçbir işaret olmasın noktalanan; bir ünlem, bir virgül. Hiçbir şey… Arasına girmesin anlatacaklarımın… Durmadan yazayım.
Birazdan cırcır böceklerinin konseri başlayacak. Diğer tüm sesler susacak. Uzaklarda, çok uzaklarda öten baykuşun sesi hariç. Nedense o ses beni o çok uzaklara götürüyor. Bir daha hiç gelmeyecek, gelemeyecek olan çocukluğuma… Gözlerimi kapadığımda ulaşabiliyorum sadece.
Neticede, açılacak o gözler değil mi? Eninde sonunda açılacak. Ve ben belki de ayda bir alışveriş için indiğim kasabaya, bir gün gelecek ki hiç gidemeyeceğim. Başka uzaklarda olacağım ya da uzaklar bana gelecek. Nereye gitsem içimde taşıyacağım, yakınımda.
Uzun soluklu bir akşam yemeği yapmıyorum yine. Zaten oldum olası sevmem yemek için uğraşmayı. Tek çeşit ya da iki çeşit olması yeterli. Karnımı doyurması, her zerreme işleyecek olması ve öğünlük işime yaraması… İşte bu kadar. Yemekle harcayacağım onca vakti düşünmek için harcayabilirim. Çünkü mutfakta sağlıklı düşünemeyenlerdenim ben. Bütün yanlış kararlarımı hep karın duyurmak için ayırdığım zamanlarda verdim ben. Bütün kavgalarımı da, kendimle…
Tüm aile bir arada olduğumuz sofraları özlemiyor değilim. Ama düşünüyorum da, o zamanlara dair hatırladığım şeylerin hiçbiri yemeklerle ilgili değil, daha doğrusu yemeklerin lezzeti ya da çeşidiyle. Hatırladığım her şey paylaşılan zamanla ilgili sadece. Eğer derinse sohbetler, bu kesinlikle yemeklerle ilgili değil. Masanın sihri. Şimdi bütün bunlar geride kaldı. O kadar geride ki tekrarı olmayacağını bildiğim gibi biliyorum, benzerlerinin de olmayacağını. Tek başıma kaldırıyorum kadehimi, kaybettiğim bütün derinliklere, bütün sihirlere; hatta yemeklere bile.
Birazdan ay ışığı altında, bilinenden daha değişik görünen bitkilerin arasında yürüyeceğim. Üzerime ince bir hırka alırım belki. Sonbahar yaklaşıyor, hissediyorum. Burada takvimim yok takip ettiğim, zamandan da pek haberim yok. Benim için sadece gece ve gündüz var, yarı yarıya böldüğüm.
Elektriğin sık sık gidip geldiği, unutulmuş bir yerin tam ortasındayım. Belki de yaşamın tam ortasında ya da yaşımın. Fakat en sevmediğim mevsimin, yazın ortasını geçtim, hissedebiliyorum. Dipsiz bir kuyudan çıkan suyla devam ediyorum yaşamaya. Yeterli bir zamanın ortasındayım.
Baykuş yine ötüyor. Bunu bir işaret olarak düşünüp içeri giriyorum. Beni bekleyen kadim dostlarıma, kitaplarıma anlatacağım biriktirdiklerimi. Okudukça konuşacağım onlarla…
Ve plaklarım, olmazsa olmazlarım. Buz gibi suyla yıkarken yüzümü, onlara kavuşacağım an için sabırsızım. En sevdiğimi, benim için özel olanını dinlemek istiyorum şimdi. Nermine Memmedova- Ay Işığında…
Ve ben ay ışığında yaşıyorum zamanın yarısını… Çok uzaklarda ötüyor yine baykuş, susmuyor cırcır böcekleri, susmuyor içim, konuşuyor kitaplarla, açılıyor cümlelerdeki bütün kilitler, gün doğana dek, birkaç kez yıkıyorum yüzümü buz gibi sularla, kendime gelmek için, kendime varmak için, unutmamak için, hatırlamamak için, bilmek için belki de, belki de yaşamak için zamanı, kaybolup kaybolup yüzeye çıkmak için, ben neredeyim, nerede kaybettiklerim, peki bulduklarım, susmasın müziğim, solmasın kitaplarım, yıpranmasın kalbim gibi, sabahın ilk ışığında bırakacağım kafesteki kuşu özgürlüğe ve ben kadehimi kaldıracağım güneş içip sararan yaprakların turunculu kahverengili sakinliğine…