Kime ait olduğunu hatırlamıyorum ama, yıllar önce bir öyküde okuduğum sözler aklımda kalmış..Şöyle diyordu yazar; ‘’Anadolu’nun rüzgârı sert, toprağı inatçıydı ama hiçbir şey bir annenin sabrı kadar köklü değildi. Çocuğu ne kadar uzaklaşsa, ne kadar düşse, ne kadar hata yapsa da onun yüzündeki çizgilerde bekleyişin ince bir sükûneti, sesindeki titrek duada tükenmeyen bir umut vardı. Çünkü anne dediğin, dünyanın bütün yükü omzuna çöktüğünde bile evladının adım sesini duymayı bekleyen o aynı eşiğe yeniden, yeniden ve yeniden dönen bir yürekten ibaretti. Onun sabrı zamanla değil, acıyla değil, sevginin hiç sönmeyen ateşiyle ölçülürdü.’’
Birten Demirtaş Özbek ile bir edebiyat söyleyişinde tanışmıştım.Mersin’de bu tür etkinliklere katılanlar hemen hemen aynı kişişel olduğu için genelde herkes birbirini tanır.Birten’le tanıştıktıktan sonra ortak arkadaşlıklar, ‘’nerelisin’’ rituelinden sonra söz gelip ‘’bize ait’’ olan Anadolu’nun o ortak aidiyet sosyolojisindeki durak oldu.
Bir Fırat Hikayesi kitabını ilk kez kendisinden duymuştum. Şimdi bile iyi hatırlıyorum,Fırat’tan bahsederken yüzündeki ifade ve anlık değişim,yaşadığı sürecin hislerini ve izlerini güneşin gün ortasındaki yakıcılığı gibi yansıtıyordu.
Roman, daha ilk cümlesinden itibaren okuru bir annenin kırılgan varoluşuna, bekleyiş ile korku arasında salınan ruh hâline davet ediyor. Yeni doğan bir bebeğin nefesini dinleyen bu sessiz gözetleyiş, hem anneliğin içgüdüsel koruma arzusunu hem de yaklaşmakta olan bir kaybın sezgisel ağırlığını taşıyor. Yazar, hastane odasının steril ve soğuk atmosferi ile annenin iç dünyasındaki sıcak, titrek sevgi arasında güçlü bir karşıtlık kurarak romanın trajik eksenini daha başlangıçta hissettiriyor.
‘’Usulca oturduğum koltuktan kalktım ve seni izliyorum. Nefes almanı dinliyorum. Küçük hastane yatağında uyuyorsun. Sana dokunmaya kıyamıyorum. Her şeyden habersiz ne kadar da masum olduğunu düşünüyorum. 20 gün önce yeni doğan yoğun bakımdan çıkarıp seni bu odaya yanıma getirdiler. Benim ise bu odadaki 40. günüm.20 gün sabırla yoğun bakımda çıkarılmanı ve bu odaya getirilmeni bekledim.’’
Bir annenin evladının kaybı karşındaki acıyı anlatmaya hiçbir eleştirmenin duyguları yetmez ancak, kitabın girişindeki bu sözleri okuduktan sonra Ernest Jünger’in şu sözlerini hatırladım:
“Bana acıyla ilişkini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. ‘’
Byung-Chul Han’ın da söylediği gibi, acıya karşı tavrımız nasıl bir toplumda yaşadığımızı ortaya koyar. Acılar şifrelidir. Söz konusu olan toplumun anlamanın anahtarını tutar ellerinde. Bu nedenle her toplum eleştirisi acının yorum bilimini sunmak durumundadır. Acıları salt tıpa bırakırsak inleyeme niteliklerini göz ardı etmiş oluruz.Bu coğrafyanın acılarını bazen bir annenin yüzünden okumak mümkün.Demirtaş’ın Bir Fırat Hikayesi’ni okuyan bu yalın gerçekle bir kez daha yüzleşir.Çünkü bizim acı hikayelerimiz kadınlarımızın sırtında taşınır.
Şiirle taşıyanlarda var.Demirtaş Birhan Keskin’in hislerine başvurmuş..
Şuraya bir cümle koydum.
Bırak acılarımızı biri duysun.
Hem zaten şiir niye var?
Dünyanın acılarını başkaları da duysun.
Acı mıhlanıp,bir kalpte durmasın.
Ortada dursun.
Olur ya biri eline alır okşar,biri alnından öper.
Az unutursun.
Bitmek bilmeyen hastane nöbetleri, şehirden şehire taşınan gerilimli yolculuklar ve hikâyeye ortak olan bütün ailesiyle birlikte Demirtaş, aslında yaşadığımız habitusun ortak acısından en dramatik olanı sade bir dille aktarıyor.
Fırat’ın ileride öleceğinin hissedilmesi, okur için yalnızca bir an değil, bir çöküşün eşiğinde donmuş bir zaman parçası haline getiriyor. Böylece metin, anneliğin masumiyet yanılsamasıyla ölümün kaçınılmazlığı arasındaki gerilimi, sade fakat sarsıcı bir dille işleyeceğinin sinyallerini veriyor. Ölüm gerçeğini bir tek annelerin evlatlarının ölümü karşısındaki kabullenmeyişini hatırlatıyor Demirbaş. Bir tarafta çaresiz bir kabullenme, diğer taraftan bedenden eksilen bir kaybın içerde yer bulamaması: Kendisine ‘’teselli’’ verenlere şöyle sesleniyor; Senin kaybınla birlikte yaşamanın bir yolunu bulmaya çalışırken, beni zorlayan ve öfkelendiren çoğu zaman yasımı ve acımı savunmak zorunda kaldığım zamanlar ve insanlar oldu. Yaşadığım acıyı zaman biçilmesi ve o zaman dolduğunda hayatta kaldığı yerden başlamam gerektiğini söyleyen insanların varlığı ayrıca canımı acıttı.
Rilke der ki,’’ölüm büyük bir şey değildir; asıl büyük olan, yaşayanların onunla barışamamasıdır’’
Bir annenin ölümle barışamamasının yegane gerçeğinin evladının ölümü olduğunu Demirtaş ‘’Bir Fırat Hikayesin’’de Furuğ Ferruhzad’ın emsalsız duygularından okura aktarır;
Ben nereden geliyorum?
Böyle bulaşmamışım gecenin kokusuna
Mezarının toprağı tazedir hala
O iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum..
Furuğ Ferruhzad
Burada Kafka’nın ‘’ölümün kendisi değil, ölüme giden yol insan tüketir’’ sözünü anmadan geçemeyeceğim.
Kafka’nın vurguladığı şey, ölümün kendisinin ( kapkaranlık ve geri dönülmez bir son anın) insanı tüketen şey olmadığını göstermesidir. Çünkü o an zaten çok kısadır. İnsanı asıl yıpratan, ölümün yavaş yavaş yaklaşması, zamanın bir çöküş gibi insanın üzerine inmesi, bekleyişin yarattığı içsel erozyondur.
Bir annenin evladının ölümünü beklediği zamanı betimlemek için bazen kelimeler yetmiyor. Çocuğunu kaybetme korkusuyla yaşayan anne için her saat, her nefes belirsizliğin karanlık kuyusunda geçen bir sınavdır. Bu belirsizlik ölümden daha yıpratıcıdır; çünkü ölüm kesinliktir, bekleyiş ise sonsuz bir sorgudur. Demirtaş’ın Fırat hikayesini okurken en gerildiğim anlar, o bekleyişin ağırlığı oldu.
Kişi, “belki olur” ile “belki olmaz” arasında gidip gelerek zihinsel enerjisini tüketir.
Bir Fırat Hikayesi’nde satır aralarında aklıma hep şu söz geliyordu;
Kayıp geldiğinde bir anne ne hisseder?
Kafka’nın “Ölümün kendisi değil, ölüme giden yol insanı tüketir” sözü tam da bu nedenle ölümün metafizik ağırlığını değil, bekleyişin psikolojik yıkımını anlatır. Çünkü ölüm bir anda gerçekleşir; oysa ölüm ihtimali, günlerce, haftalarca insanın içini kemiren görünmez bir yorgunluktur. Bir anne için en yıkıcı olan, çocuğunun ölümünü görmek değil, onun ölme ihtimaliyle her gün biraz daha eksilmektir. Kafka’nın bu cümlesi, annenin yaşadığı trajediyi en yalın haliyle özetler:
‘’Bazen insan, ölümü beklerken ölür.’’


