Beyaz önlüğüm, yıllardır gözyaşlarımı emen, gururlu bir pamuk yığını gibi üzerimde duruyordu. Neşter tutmaktan nasır tutmuş parmaklarım asla titremezdi. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgi, zamanla gözümde bir ameliyat ipliği kadar sıradanlaşmıştı. Bugün yine en yoğun günlerden biriydi. Kapıdan giren her hastanın yüzündeki umutsuzluğu mutluluğa çevirmek benim görevimdi. Masamın üzerindeki soğumuş kahveden büyük bir yudum aldım. Son hastamı muayene edecek günü huzurla bitirecektim.
Ta ki kapı usulca aralanıp karşımda yirmi yıl önceki anılarımdan sökün eden o lanetli silüet belirene kadar. Gözlerim, önce onun gözlerine takıldı. O tanıdık derinlik… bir zamanlar içini görebildiğimi sandığım o karanlık kuyular hâlâ oradaydı. Parlaklığı solmuştu belki ama aynı kibirli duruş aynı “Hâlâ ben haklıyım” ışıltısı bakışlarında parlıyordu. Göz kenarlarındaki o ince çizgiler yaşanmışlıklarını ele veriyordu lakin bakışlarındaki buyurganlığın asaleti hiç eksilmemişti.
Sonra saçlarına kaydı gözlerim… Gençliğin pervasız öfkesiyle parlayan o siyah teller, yer yer gümüşi bir renge dönmüş. Gülerken yanaklarında beliren iki gamze hâlâ orada ama artık birer masumluk işareti değil, acının kazıdığı iki derin oyuk gibiydi. Sanki geçmiş tüm anıları o çukurlarda saklanmıştı. Bir zamanlar beni büyüleyen o tebessüm artık bir yabancının maskesiydi.
Zamanın saçma bir illüzyon olduğunu o an idrak ettim. Yirmi yıl, şu anın içinde çözülüp dağılmıştı. Bir an nefes alamadım. Bedenim sert bir darbe yemişçesine sendeledi. Profesyonelliğimin o çelikten duvarları çatladı. Gözlerim, o tanıdık ve lanetli silüete çaresizce bir süre kilitlendi.
Hemen ardından göz hizamın biraz altında duran, ömrünün tüm enerjisi çekilmişçesine bitap haldeki tekerlekli sandalyedeki kadını fark ettim. O, odadaki gerilimden bihaber, yalnızca kendi ıstırabının gölgesindeydi. Göğsüme saplanan görünmez bir hançeri çıkarır gibi hızla toparlandım. Kendimi kayıtsızca otomatik pilota aldım. Benliğimin fırtınalı denizinde kopan çığlığı en derinlere, bilincimin mahzenine gömmeliydim.
Hastanın sonuçları kötüydü, bu halinden de anlaşılıyordu. Ama asıl dikkatimi çeken, hayaletimin bakışlarındaki arsız ışıltıydı. Tüm kaslarım gerildi. Sanki değeri biçilmiş bir malı inceler gibi süzüyordu beni. İçimde yirmi yılın külleri altında yeniden alevlenen bir isyan ateşi yandı.
“Bana böyle bakmaya nasıl cüret edebiliyordu?”
Doğru ya… ilkimdi o benim. Dokunduğum ilk tenin, öptüğüm ilk dudağın, ruhuma bulaşan ilk günahın sahibi. Demek bu cüretkâr bakış, o hastalıklı mülkiyet duygusundan geliyordu. Yirmi yıl önceki o ilk gece, zihnimin en kuytu mahzeninden fırlayıp gözümün önünde dans ediyordu. Nasıl da hoyratça canımı yakmıştı. Ruhumdaki masumiyeti kökünden söküp atar gibi. Belki de başkasıyla olmaya cesaret dahi edemeyeyim diye beni aşka küstürmek istemişti. Sonrasında, arsızlığın en pervasız haliyle; “Sen daha önce kimseyle oldun mu?” diye sormuştu. Cevabı gözleriyle görmüş olsa da bunu sorma gereği duymuştu. Çünkü onun basit, kibirle harmanlanmış mantığına göre bir kadın ne güzel öpüşebilir ne de güzel sevişebilirdi. Eğer yapabiliyorsa demek ki başkasıyla da yapmıştır. Oysa parmağıma taktığın gümüş bir yüzükle sana sonsuz bir yemin etmiştim. Seni o kadar çok, o kadar cahilce bir tutkuyla sevmiştim ki… Daha on sekiz yaşında tüm varlığımı vermiştim. Ama sana yetmemişti. Beni kendine ebedi bir tutsak etmek istemiştin. Kazandığım üniversiteye göndermemek için her yolu denemiştin. Son gün demiştin ya, “Seni bu halinle kim alır? Artık kusurlu bir kadınsın. Sen sadece benimle evlenebilirsin.” Ama evlendim, hem de iki kere. Kehanetini yerle bir ettim. Sevdim, sevildim. Mutlulukla seviştim de. Sen, o ilk günahın kanıyla beni kendine mahkûm edebileceğini sandın. Ama ben, bana biçtiğin hayatı gözümü kırpmadan reddettim. Kendime başka bir hikâye yazdım. Şimdi düşünüyorum da, kavuşsaydık ne olurdu? Belki birkaç yıl sonra sıradanlığın çamurunda boğulur, birbirimize bile tahammül edemezdik. Çünkü seninki sevgi değil, içten içe çürüyen hastalıklı bir sahip olma arzusuydu. Beni de hasta edecek, o kör kuyuna çekecektin. Bizim aşkımız, iki eksik ruhun birbirine bulaştırdığı ölümcül bir zehir olup bizi öldürecekti. Ama ben yaşamayı seçtim. Yokluğunun soğukluğu, beni ölüm uykusunda uyanık tutan tek gerçekti. Ne zaman tökezlesem, beni nasıl bıraktığını hatırlar “Sen o cehennemi aştın, bunu da aşarsın” derdim. Senin bana bıraktığın yara öyle derindi ki… hiçbir yara bununla kıyaslanamazdı. Sen benim, acımın tek Nirvana’sıydın.
Beynimin içinde çığlık çığlığa dönen düşünceler arasında dakikalardır bilgisayar ekranına bakıyordum. Sonunda içimdeki savaşı bastırıp konuşmayı becerebildim. “Daha önce yaptırdığınız tahlillerinizin tekrarlanması gerek.” dedim. Sesim, içimdeki fırtınadan doğan soğuk bir rüzgar gibi çıkmıştı. Hayaletimin bakışları hâlâ arsızca yüzümü tarıyordu. “Ancak” diye devam ettim, gözlerimi ondan ayırmadan, “Bu sürecin takibi için sizi başka bir meslektaşıma yönlendireceğim. Sizi biraz dışarıda bekleteyim.” Son sözlerim odaya bir buz kütlesi gibi yayıldı. İçimde yirmi yıldır ilk kez nihai bir sükûnetin doğduğunu hissettim. Yıllardır taşıdığım o zehirli tohumun, o hastalıklı aşkın son perdesi işte şimdi inmişti. Bakışlarımız, iki ayrı dünyanın sınırında, hüzünlü bir elveda için son kez buluştu. Göz göze gelişimiz; yirmi yıl önce atılan bir zehrin, nihayet vücudumdan sökülüp atıldığı bir ayindi. Bu, kendi acımla vedalaşmamdı. O zehirli tohumun kabuğunu kırıp, kendimi o lanetli mülkiyet zincirinden azat edişimdi.


