Bazı duygular vardır ki insanın kalbine değil, ruhunun en karanlık dehlizlerine kök salar. Suçluluk bunlardan biridir. Ne bir yaranın kanı kadar görünürdür ne de bir sözün izi kadar geçicidir. O, zamanın bile çözemediklerinden biridir. Sessizliğin en derin çığlığıdır; insanın kendine attığı susturulamayan bir tokattır.
İnsan, yaratılışı gereği hem nurun hem de nefsin çocuğudur. Bir yanı secde ederken, öteki yanı günaha meyleder. İşte suçluluk, bu iki yanın arasında asılı kalmış bir sarkacın çırpınışıdır. Ne tam düşer, ne tam kurtulur. Her an bir hesap, her an bir vicdan mahkemesi…
Suçluluk duygusu, çoğu zaman yalnızca işlenmiş bir günahın ardından gelmez; bazen sadece niyet bile yıkar insanı. Kalbin kıyısına uğrayan karanlık bir düşünce, bir bakış, bir suskunluk bile yeter kendine kızmaya. Çünkü hakikatin sesi içimizde en çok susturmak istediklerimizden fısıldar.
Tasavvuf büyükleri, kalpteki “vesvese”yi nefisten ayırır; ama suçluluk başka bir şeydir. O, nefsin hilesi değil, ruhun feryadıdır. Günahı işleyen beden olabilir, fakat suçluluğu duyan kalptir; çünkü Allah, kendini bilen bir kalbe arşını indirir. Ve o kalp bilir: Bir günah, sadece bir eylem değildir — ilahi nizama karşı işlenmiş bir ‘ağırlık’tır.
Hz. Mevlânâ der ki, “Gönlünde yara olmayanın duası, dilsiz bir çocuğun ağlaması gibidir.” Belki de bu yüzden, suçluluğun acısı, hakikate açılan kapının eşiğidir. Yaralı kalpler daha derin dua eder, daha sessiz ağlar. Zira suçluluk, insanı nefsin koynundan çekip Hakk’a yönlendiren bir sancıdır. Eğer insan, bu sancıyı inkâr etmez, ondan kaçmazsa; onu tövbeye, arınmaya ve belki de hakiki tevazuya götürür.
Ama dikkat! Suçluluğu sahiplenmek başka, onun içinde boğulmak başka bir şeydir. Şeytanın en sinsi tuzaklarından biri de budur: affedilemez olduğunu fısıldamak… Oysa affedilmeyecek günah yoktur; affı istemeyen kalp vardır. Zira Rahman’ın rahmeti, kullarının utancından büyüktür. Ve bazen en yüce ibadet, sadece “ey Rabbim, utanıyorum” diyebilmektir.
İnsan kendini affetmediği sürece, başkasından ne adalet bekleyebilir, ne merhamet. Kalpte biriken suçluluk, zamana yayılmış bir ceza gibidir. Gün gelir, sevdiğini sevemez hâle getirir. Kendini sevgiden yoksun görür, huzura layık hissetmez. Oysa suçluluğu dönüştürmenin ilk adımı, ona dürüstçe bakmaktır: “Evet, hata ettim. Evet, yanıldım. Ama bu, beni sonsuza dek karanlıkta bırakmaz.”
İnsan, kendi gölgesiyle yüzleşebildiği ölçüde aydınlığa çıkar. Ve suçluluk, gölgenin dile gelen hâlidir. Eğer onu bastırırsan, derine çekilir ve oradan sana oyunlar oynar. Ama üzerine gider, onu anlar, adını koyarsan; bir zaman sonra o da bir öğretmene dönüşür. Zira bazı hakikatler, sadece utancın içinden doğar.
Belki de en büyük arınma, affedilmek değil; affetmeyi öğrenmektir: Kendini… Çünkü kendini affetmeyen, Hakk’ın affına da tam inanamaz. Kendini cezalandırmaya çalışan, Allah’ın merhametini layıkıyla hissedemez. Suçluluk bir yoldur, ama menzil değildir. O, bizi secdeye çağıran bir işarettir, sonsuz bir karanlık değil.
Ve sonunda insan anlar: Suçluluk, ruhun elbisesini yırtan bir rüzgâr değil, yeni bir elbise dikmeye çağıran bir uyarıdır. Yeter ki kalbinde o sesi duymayı bırakma: “Ey kulum, geri dön… Ben buradayım.”
Paylaşarak destek olabilirsiniz!