İyi ki bu masaya oturdum. Karşımda kapı, sağımda pencere. Gelenleri rahatça görebiliyorum. Gözüm,gönlüm ondan başkasını görmez gerçi. Yeter ki içeri adımını atsın,koşar giderim yanına.
Allah’tan kalabalık değil bugün. Hafta sonu olsaydı tıklım tıklım olurdu. Olsun, kalabalığın ortasında da bulurdum onu, gözüm seçerdi kalabalıktan. Ama bugün, sanki tüm şehir susmuş da onun gelişini bekliyoruz hep birlikte.
İnsanlar kafa kafaya verip saatlerce ne konuşuyorlar acaba? Kulak misafiri olayım diyorum ama arka fonda durmadan çalan müziğin sesinden, uğultudan başka bir şey duyamıyorum. Kahkahalar yükseliyor zaman zaman. Herkes kendi hikâyesini anlatıyor belli ki. Benimkini ise henüz kimse bilmiyor.
Garsonu çağırdım. “Bir kahve, dört şekerli,” dedim. Dört şeker… Dilimin, damağımın, yüreğimin zehir gibi yakan acısını belki alır da biraz olsun yumuşar içim. Garson, kahveyi masaya yavaşça bıraktı. Şaşkın mıydı, yoksa bana acıyanlardan mıydı, anlayamadım. Ama yüzündeki ifade, şeker komasına gireceğimden korkmuş gibiydi. Aman, ne yapar dört şeker adama? Avuç avuç acılar yutmadık mı bunca yıl, acı komasına mı girdik Allah aşkına!
Bol şekerli kahvemden bir yudum alıp pencereye döndüm. Rüzgâr, ağaç dallarını hafifçe sallıyordu. Hava da düne göre biraz serindi. Onun böyle havaları sevdiğini hatırlıyorum. Rüzgâr yüzüne değince hep gözlerini kısardı. Dayanamazdı…Acaba hâlâ öyle mi?
Düşünüyorum da… Ne diyeceğim ilk anda? Nereden başlayacağız? Konuşacak çok şey birikti. Belki önce o söze girer, belki de ben dayanamaz, bir çırpıda her şeyi anlatmaya başlarım. Yüzü nasıl olur acaba? Göz kenarındaki çizgilerde neler biriktirdi? Bazen gülümsediğini, bazen sessizce başını eğdiğini hayal ediyorum. Ama geldiğinde her şey yerli yerine oturur, biliyorum. Boşuna düşünüyorum bunları.
Kapı her açıldığında içimden bir şeyler kopuyor. Heyecanla dönüp bakıyorum. Her defasında kalbim biraz daha hızlı çarpıyor. Ya tanıyamazsam onu?
İkinci kahvemi söyledim. Beklemek ne çok yoruyor insanı… Kaç fincan daha içerim bilmiyorum. Derken kapı bir kez daha açıldı. Bu kez kalbim hızla çarpmaya başladı. Başımı kaldırdım…
Ve işte o.
Yanılmam mümkün değil. Yürüyüşü aynı, omuzları hafifçe öne eğik. Elleri cebinde, hep o rahat tavır. Bir anda zaman durdu sanki. Göz göze geldik. Gözlerindeki o eski zamanlardaki ışıltı öylece duruyor…
Ayağa kalktım. Hafif bir telaşla. O da beni görünce bir an durdu. Sonra yüzüne şaşkın bir gülümseme yayıldı.
“Buradasın,” dedi sadece.
Başka bir şey söylemesine gerek yokmuş gibi.
Ben de gülümsedim. “Tabii ki buradayım. Seni bekliyordum.”
Beraber masaya oturduk. O anda içeride dönüp dolaşan uğultular yok oldu sanki. Sadece onun sesi, benim heyecanım, ve aramızdaki tanıdık bağ kaldı geriye. Kapıdan içeri girerken sigarasının son nefesini içeri üfleyen gençler bile kızdırmıyordu artık beni. O buradaydı ya, dünya yansa kimin umurunda?
“Seni çok beklettim mi?” diye sordu.
Başımı iki yana salladım. “Hayır,” dedim. “Tam zamanında geldin.”
Nasıl söylenir ki zaten ,beklemekten bir hal oldum diye…Olsun. Buna da değerdi.
Bir süre sessizce oturduk. Ama bu, rahatsız eden bir sessizlik değildi. Tanıdıktı, huzurluydu. Kahvemden bir yudum aldım, o pencereye döndü.
“Güzel bir gün,” dedi. “Sadece burada olmak bile yeter.”
Hak verdim. Bugün gerçekten güzel bir gündü. Çünkü o buradaydı.
“Ne kadar oldu?” diye sordu sonra.
“Yarım asırdan fazla,” dedim gülümseyerek…
O başladı önce anlatmaya. Hayat onu da bambaşka yerlere savurmuş. Bir evlilik, çocuklar, torunlar… Ama her adımda bir şeylerin eksikliğini hissetmiş. Bir yan hep tamamlanmayı beklemiş.
Ben de anlattım… İşler, şehirler, kayıplar, kazanımlar… İçimde her gittiğim yere taşıdığım o boşluk…
Hayatın bizi birbirimizden koparışı ve şimdi de hiçbir şey olmamış gibi tekrar bir araya getirişi boşuna değildi.
Gözlerimin içine baktı.
“Ben hep o,arkana bile bakmadan gittiğin masada kaldım bunca yıl,” dedi.
Güldüm. Ama gözlerim doldu. Yutkundum.
“Belki de,” dedim, “bu kadar uzun beklemek gerekiyordu. Şimdi buradayız ve daha fazlasını konuşacak, paylaşacak zamanımız var mı bilmiyorum.”
Hava kararmaya başladı. Mekân yavaş yavaş boşalıyordu. Masamızdaki boş bardaklar hala duruyordu. Kimse gelip almadı. Garson bile sessizce izliyordu bizi, bu büyülü anı bozmak istemiyor gibiydi.
Elimi tuttu. O tanıdık sıcaklık… Yarım asır öncesinden ışınlanmış gibiydi o an…
“Artık seni bırakmam,” dedi.
“Ben de seni,” dedim. İçimde tekrar beliren yaşama sevincini ifade etmeye lügatım yetmiyordu. Çocuk yaşlarıma döndüm. Ancak bu sevinci, en sevdiği oyuncağına kavuşan bir çocuk yaşar herhalde.
Dışarı çıktık. Yıldızlar göz kırpıyordu. Rüzgâr hafifçe esiyordu.
Rüzgar değince gözlerini kısmayı bırakmış artık..
Parka uğradık, biraz oturduk. Dalların hışırtısını dinledik. Cebinden küçücük bir el feneri çıkardı. Işığı bana vuracak şekilde koydu yanımıza.. Karanlıktan korktuğumu hala unutmamış.
Ağacın gölgesi yüzümüze vuruyordu. Dallar sanki sevincimize ortak olmuş gibi daha da çoğalıyor,yeşilleniyordu.
Ve o gece… Yan yana yürürken, hayatımızın geri kalanını birlikte yaşamaya yemin ettik. Artık hiçbir şeyin bizi ayırmayacağına tüm kalbimizle inandık.
Hayatımızın eksik kalan tüm parçaları, bu son buluşmayla yerine oturdu.
Ömrümüzde daha kaç zaman vardı yaşanacak, bilmiyorduk.
Bir yere yetişecekmiş gibi hızlı hızlı döküyorduk içimizde bunca yıl birikenleri…
Biz gülüşürken bir yıldız kaydı.. Aynı anda baktık gökyüzüne… Tıpkı yıllar önce, kayan yıldızlara bakıp dilekler tuttuğumuz zamanlardaki gibi…
Başımı omzuna yasladım, “Unutma” dedim,
Her dilek, bir gün sahibine kavuşur.