Saat 17.01
Telefonum titredi. Gelen mesajı ilk anda anlamadım, sonra her kelimesi beynimde bir yankıya dönüştü:
“Canım, sen zahmet etme diye haber vermek istemedik ama yakındayız. Altıya doğru sana gelsek sorun olmaz değil mi?”
Bir cümle, bir saat ve bir yıkım.
Göğsümde garip bir sıkışma oldu. Sanki tüm oksijen, o andan itibaren bu evden çekildi. Ayakta kalmaya çalıştım. Tüm ev, bir suç mahalline dönüşmüştü ve ben katildim.
Sadece altmış dakika.
Ve ben, henüz sabah çıkardığım çorabın eşini bulamıyordum.
Önce kaçmayı düşündüm. Telefonu alıp yalanlar uydurmalıydım:
“Elektrikler kesildi. Bugün çok kötüyüm. Bir kedim bile yok.”
Ama ne yazık ki vicdanımın elektriği kesilmemişti.
Üstelik misafir, Ayşe’ydi: Evinde taze kurabiye ve kek kokuları eksik olmayan, koltukların üstünde tek bir kırışığı olmayan örtülerle yaşayan, tek seferde onlarca misafir ağırlayabilen, banyonun sabunluğuna bile binlerce lira verebilen o kadın.
Ben mi?
Ben çamaşır suyu lekeli tişörtümle, mutfağın bir köşesinde yığılmış tabaklarla göz göze gelmekten korkuyordum. Evin her yerinde kurumasını beklediğim çamaşırlar. Halının bir ucundan dışarı taşmış bir çorap. Karıncalar, muhtemelen halının altında bir şehir kurmuş.
17.07
Süpürgeyi açtım. Karıncalar bu hareketi bir tehdit olarak algıladı. Üç saniye içinde süpürgeyle bütünleştim. Vatan kurtarırcasına canhıraş bir halde süpürüyordum. Ayağıma batan nesneleri gördükçe kendime acımaya başladım.
17.15
Dondurucudan düşen donmuş pizza koluma çarptı. Sol bileğim uyuştu ama yine de pes etmedim. “Bu bir bedel,” dedim içimden, “temiz bir vicdan, temiz bir evle başlar.”
Geçen gün aldığım ve bitiremediğim için dondurucuya koyduğum kek için de şükrettim. Onun yanında poğaça da buldum ya benden mutlusu yok.
17.22
Banyoda sabunluk ayağıma düştü Ve tam da o anda kirli sepeti bana göz kırptı. Aynanın kirinden kendimi zor gördüm. Yarı topal, terli ve kararlıydım.
İşte bu, bir kahramanın dönüşümüydü. Ya da bir ev sahibinin çöküşü.
Salonun ortasında durdum. Yorgundum. Ama hâlâ işim vardı. Yatağın üzerine çamaşır yığını fırlatıldı. Hızlıca toz alındı.
Ama o an fark ettim: Ben evimi düzeltmeye çalışmıyordum. Ben kendimi düzeltmeye çalışıyordum. Ayşe değil, içimdeki o düzen arzusu geliyordu kapıma. Ve ona “hazırım” demek istiyordum. En azından yalan söyleyebilecek kadar hazır.
17.40
Mutfakta poğaçaları ve pizzaları tabaklara koydum. Yanına da kekleri. Keklerin üzerini de krema ve şekerlemelerle süsledim. İşte dünyanın en hızlı pastası! Ünlü bir şef edasıyla gururla baktım tabaklarıma. Ne şef ama!
Aynada kendime baktım.
Yorgun ama gururlu bir insan gördüm.
Birkaç kırıntı, birkaç çizik… ama hâlâ ayakta.
Saat tam 18.00.
Zil çaldı.
İçimde küçük bir deprem.
Ama kapıya doğru yürüdüm, alnımdaki teri sildim, derin bir nefes aldım. Gülümsedim ve kapıyı açtım. Ayşe ve eşi, gülümseyerek karşımda duruyordu.
Çok şey söyleyebilirdim. Ama en sakin, en yalancı, en insanca cümle döküldü dudaklarımdan:
“Hoş geldiniz, ne iyi ettiniz de geldiniz.”
O anda koşturmaktan gözümden kaçmış, halının altından fırlayan çorap, aslında her şeyi özetliyordu. İçimde bastıramadığım bir kahkaha kıpırdadı.
Ve düşündüm:
Belki de her şey bu kadar düzenli olmak zorunda değildi. Belki de bazı misafirlikler, dağınıklıkla güzeldi. Evler temizlenir, misafirler gelir geçer. Ama insanın içindeki o telaş, o “yetişememe korkusu”. İşte o, asıl misafirdir. Ve çoğu zaman, hiç gitmez.