Kaderimizi, tutkularımız ve ideallerimiz mi belirler, yoksa hayatımızı yalnızca alın yazımızın çizgileri mi şekillendirir? Bu, insanoğlunun varoluşundan beri zihnini kurcalayan, felsefenin ve teolojinin kalbinde duran kadim bir sorudur. Kader çizgisi çizilirken, insan kendi hayatında bir başrol oyuncusu mudur; yoksa bu senaryoda yalnızca bir figüran olarak mı kalır ve varlığını bu şekilde mi sürdürür? Bu varoluşsal ikilem, yaşam karşısındaki duruşumuzu, eylemlerimizi ve nihayetinde kim olduğumuzu doğrudan etkiler.
Ne yazık ki, birçok insan bir ön kabulle, kaderin kendisine çizdiğini varsaydığı menzilde ilerlemeyi tercih eder. Bilinmeyene karşı duyulan korku, konfor alanından çıkma isteksizliği, onları risk almaktan, tanıdık yoldan sapmaktan ve idealleri uğruna mücadele etmekten çekinmeye iter. Hayatlarının dümenini kontrol edip etmemekte tereddüt ederek kendi özgür iradelerinden vazgeçerler. Bu pasif kabul, potansiyellerini keşfetmelerine engel olan görünmez bir zincirdir. Oysa insanoğlu, düşünebilen, sorgulayabilen ve en önemlisi kendi tercihlerini bizzat kendisi yapabilen hür bir varlıktır.
Kaderin belirleyici bir akış olduğunu kabul etsek bile, bu akıntıya nasıl tepki vereceğimiz tamamen bizim kontrolümüzdedir. Güçlü ve kararlı insanlar, hayatın sunduğu zorluklar karşısında edilgen kalmazlar. Onlar, yeri geldiğinde kendi yol haritalarını kendileri çizebilen, gerektiğinde yön değiştirebilme cesaretine sahip olan eylem insanlarıdır. Karşılaştıkları engelleri birer durak olarak değil, aşılması gereken birer meydan okuma olarak görürler.
Hayat, engellerle, kayıplarla ve beklenmedik dönüşlerle dolu, sürekli bir mücadele sürecidir. Bu süreçte insanoğlunun yaşamındaki her bir tutku, bireyin hayat karşısındaki sürekliliğini ve ayakta kalma azmini sağlayan en temel olgudur. Tutku, sadece büyük hedeflere ulaşma arzusu olarak düşünülmemelidir. Tutku, zor anlarda insana nefes aldıran, küçük sevinçlerin peşinden koşturan, bireyin içindeki yaşama sevincini sürekli canlı tutan bir meşaledir. Tutku, bizi sabah yataktan kaldıran, her türlü güçlüğün içinde dahi, bir yol daha olmalı, dedirten o derinden gelen sestir.
Onurlu insanlar, hayatın güçlükleri ve iniş çıkışları karşısında kolay kolay pes etmezler. Onlar, hayallerini ve ideallerini gerçeğe dönüştürmek için çabalamakla kalmaz, bu uğurda kendileriyle dürüst bir hesaplaşmaya da girerler. Tutkular ve hayaller insanoğlunu hayata bağlar ve hedefe giden yolda, hayata bir anlam ve zenginlik katarlar.
Bu varoluş mücadelesinde asıl önemli olan, mutlak başarıya, yani herkesin imreneceği o zirveye ulaşmak değildir. Önemli olan, inandığımız değerler ve ideallerimiz uğruna onurlu bir savaş vermektir. Bazen zafer, salt yolda kalma azminin kendisidir ve hayatta kalma kararlılığının bir ifadesidir. Mücadele etmenin onuru, sonucun zafer mi yoksa yenilgi mi olduğundan çok daha önemlidir. Bu onur, insanın karakterini şekillendirir ve yaşanılan her anı değerli kılar.
İnsan, doğan her yeni güneşle birlikte eğer umutlarını da tazeliyorsa, geçmişin yüklerinden sıyrılmıştır ve yaşamı gerçekten savunuyordur. Sabah başlayan her yeni gün, zamanın bir döngüsü olmaktan öte yepyeni umutların, gerçekleştirilmeyi bekleyen hayallerin ve tutkuyla atılacak yeni adımların da başlangıcıdır.
Kader, insana neyin olacağını dikte eden değişmez bir metin değil, belki de her sabah yeniden uyanma cesaretinin ve tutkularının peşinden gitme kararının toplamıdır. Özgür iradeyle yapılan her seçim, kader denilen o büyük senaryoya eklenen yeni bir cümledir.
Figüran olmayı reddedip, hayatımızın yönetmeni ve başrol oyuncusu olduğumuzu kabul ettiğimiz an, tutku kaderin önüne geçer ve hikâyemiz de işte o zaman gerçekten başlar.
Tutkularımızın ve ideallerimizin peşinden gitmek dileğiyle…