Çatlakta Açan Çiçek
Tam köşeyi dönerken gördüm onu. Kaldırımın çatlağında açmış, inadına betona, inadına unutulmuşluğa. Bir çiçekti bu—ne adı vardı ne toprağı. Ama oradaydı. Ve ben, yıllardır içimde suskun duran bir duygunun sesini ilk kez o an duydum. O gün, Elif’le ilk kez karşılaştım. Elif, o çiçekti. Yüzü, şehirde unutulmuş bir melodinin yeniden çalınışı gibiydi. Gözleri, bir zamanlar sevdiğim ama adını unuttuğum bir şarkının nakaratıydı. Konuşmadık. Sadece baktık. Ama o bakış, bir ömrün çatlağında açan ilk kelimeydi. Elif, bir kütüphanede çalışıyordu. Kitapların arasında değil, kitapların içinde yaşıyordu. Her cümlesi, bir başka yazarın kalbinden ödünç alınmış gibiydi. Ben ise sokaklarda yürüyen bir sessizliktim. Aramızda kelimeler değil, susmalar konuşuyordu.
Bir gün bana dedi ki:
“İnsan, en çok unutulduğu yerde açar.”
O an anladım: Elif, kendi çatlağında açmıştı. Ailesi, geçmişi, kırgınlıkları… Hepsi bir betondu. Ama o, o betonun içinden bir çiçek gibi yükselmişti. Aşkımız, bir halk türküsünün nakaratı gibiydi. Her gün yeniden söyleniyor, her gece yeniden unutuluyordu. Elif’in sesi, sabahları pencereye konan serçenin cıvıltısıydı. Benim kalbimse, o sesi duymak için her sabah uyanan bir çocuk. Birlikte yürüdüğümüz sokaklarda, kaldırım çatlaklarına bakardık. Her çiçek, Elif’in bir hatırasıydı. Her çatlak, benim bir pişmanlığım. Ama yine de yürürdük. Çünkü aşk, yürümekti. Durmak değil. Beklemek değil. Gitmekti. Ama birlikte. Sonbahar geldiğinde Elif gitti. Gitmek, onun şiiriydi. “Ben kalamam,” dedi. “Çiçekler bile solmak için açar.” Ben kaldım. Kaldırımda, o çatlağın başında. Her gün oraya bir su döktüm. Belki bir gün yine açar diye. Belki bir gün Elif döner diye. Ama o çiçek bir daha açmadı. Çünkü bazı aşklar, sadece bir kez açar. Ve o açış, bir ömre bedeldir.
Ayrılık, bir çiçeğin gölgesi gibiydi. Güneş vurdukça büyüyen, ama hiçbir zaman çiçeğin kendisi olmayan… Elif’le aramızda büyüyen şey de buydu: gölge. Aşkımızın gölgesi. Beklentilerin, susmaların, geçmişin gölgesi…
Elif bir gün şöyle dedi:
“Sen beni hep açtığım yerden sevdin. Ama ben, solduğum yerleri de göstermek istedim.” O an anladım: Ben onun çatlağını sevmiştim, ama yarasını değil. Oysa aşk, sadece açan çiçeği değil, solan yaprağı da sevebilmekti. Biz konuşamadık. Konuşmak, bir kaldırımın altına gömülmüş kelimeleri kazmak gibiydi. Zordu. Yorucuydu. Ve bazen, kelimeler kırılırdı. Biz kırıldık. Elif’in geçmişi, bir suskunluklar ormanıydı. Benim sabrım ise bir sokak lambası kadar kısıtlıydı. Işığım belli bir mesafeye kadar yetiyordu. Oysa Elif, karanlıkta yürümek istiyordu. Kendiyle. Kendi sessizliğiyle. Ve biz, birbirimizi sevmeyi beceremeyen iki iyi niyettik. İki çiçek. Farklı çatlaklarda açmış. Farklı yağmurlarla büyümüş.
Ayrılık, bir şarkının nakaratsız haliydi. Tekrar etmeyen. Ezberlenemeyen. Elif gittiğinde, sokaklar sessizleşmedi. Ama ben, her kaldırım çatlağında onun adını duyar oldum. Bir gün, eski yürüdüğümüz sokakta bir çocuk yere eğilmişti. Çatlakta açan bir çiçeğe bakıyordu. Gülümsedim. Çünkü bazı aşklar, sadece bir kez yaşanır. Ama her seferinde başka bir kalpte yeniden açar. Ayrılık, bir çiçeğin solduğu yerdi. Kimse görmezdi o anı. Herkes açışa hayrandı. Ama soluş, sessizdi. Elif, sessizce soldu. Ben, sessizce seyrettim. Bir gün bana şöyle dedi: “Sen beni hep bahar gibi sevdin. Ama ben, kıştım. İçimde donmuş çocukluklar, üşüten hatıralarım var.”
O an anladım: Ben onun açan yanına şiirler yazmıştım, ama solan yanına hiç görmemiştim. Oysa bazı acılar, sadece susularak anlaşılır. O sokak hâlâ duruyor. Kaldırım hâlâ çatlak… Ama çiçek yok. Elif yok. Sadece hafıza var. Betonun altına gömülmüş bir gülüş. Bir “hoşça kalın yankısı.” Ben her sabah oradan geçiyorum. Sanki o çiçek yeniden açacak gibi. Sanki Elif bir gün yeniden “Ben geldim” diyecek gibi. Ama bazı gelişler, sadece hayal olur. Ve bazı hayaller, bir ömre denk düşer.
Aşkımız bir şarkıydı. Ama yarım kalmış tamamlanamamıştı. Nakaratları eksik. Vuruşları tutarsız. Ama yine de güzeldi. Çünkü bazı şarkılar, sadece bir kez çalınır. Ve o tek çalınış, bir kalbi sonsuza dek değiştirir. Elif gitti. Ama ben hâlâ onunla konuşuyorum. Rüyalarımda. Şiirlerimde. Kaldırımın çatlağında açan her çiçekte… Çünkü bazı insanlar gitse de, içimizde kalır. Bir çiçek gibi… Bir yara gibi… Bir dua gibi…
Bir akşam, yağmurdan hemen sonra, Elif’le yürüyorduk. Kaldırım çatlaklarında su birikmişti. Bir çiçek, suya eğilmişti. Elif durdu, uzun uzun baktı. Sonra konuştu:
Elif:
“Biliyor musun, ben hep böyleyim. Suya eğilen bir çiçek gibi. Güzel görünürüm ama içim hep ağır. Sen hep beni yukarıda sandın. Oysa ben hep aşağıdaydım.”
Ben:
“Elif… Ben seni sevdim. Hem yukarıda hem aşağıda… Hem açarken hem solarken…”
Elif:
“Hayır. Sen beni açarken sevdin. Solarken korktun. Benim karanlığım seni ürküttü. Benim geçmişim, benim suskunluğum… Sen hep ışık istedin. Ben ise gölgeyim.”
O an sustum. Çünkü haklıydı. Onun sessizliğini anlamak yerine sadece sevmiştim. Onun çatlağını onarmak istememiştim, ama belki de o çatlak onun nefesiydi. Bir hafta sonra, Elif bana bir mektup verdi. El yazısıyla. Kırık harflerle. İçinde şu cümle vardı: “Sen beni sevdin, ama ben kendimi hâlâ sevemiyorum. Ve bir insan, kendini sevemediği yerde kalamaz.” O cümle, bir ömürlük sessizliğe bedeldi. Çünkü bazen ayrılık, bir kavga değil; bir kabullenmedir. Elif, kendini sevmeye gitmişti. Ben ise onu sevmeye devam ettim. Kendi içimde. Kendi çatlağımda. Gidişinden bir gün önce, son kez konuştuk. Bir çiçeğin soluşunu izler gibi, yavaş ve sessizdi.
Ben:
“Elif, kal desem kalır mısın?”
Elif:
“Kalırım. Ama kendime ihanet ederim. Ve sen, bir gün bana kızarsın. Çünkü ben, senin sevdiğin kadın olmaktan uzaklaşırım.”
Ben:
“Peki, git desem…?”
Elif:
“Giderim. Ama senin kalbinde kalırım. Bir çiçek gibi… Bir çatlak gibi… Bir eksiklik gibi…”
Sonra gitti. Ardında ne bir ses kaldı, ne bir iz. Sadece kaldırımda bir çatlak… Ve ben, her sabah o çatlağa bakarak yaşıyorum. Elif gittikten sonra zaman, bir çiçeğin solduğu yer gibi kokuyordu. Ne renk vardı ne ses. Sadece eksiklik. Sadece onun yokluğu. Günler, birbiriyle konuşmayan saatler gibi geçiyordu. Her sabah aynı kaldırımın yanından geçiyor, çatlağa bakıyor, ama çiçek açmıyordu. O çiçek, Elif’ti. Ve ben, onun açtığı yeri ezberlemiş bir adamdım. İlk haftalar, onun sesini duymak için rüzgâra kulak verdim. Belki bir kelimesi savrulur diye. Belki “Ben geldim” der gibi bir esinti olur diye. Ama rüzgâr bile suskundu. Sanki şehir onun gidişine saygı duyuyordu. Sanki sokaklar bile onun adını anmaktan çekiniyordu.
İkinci ayda, onunla yürüdüğümüz sokakları değiştirdim. Aynı yerlerden geçmemek için. Ama ne fayda… Her sokak, onunla yürünmüş gibiydi. Her kaldırım çatlağı, onun ayak izini taşıyordu. Her çiçek, onun gülüşüne benziyordu. Kaçtım. Ama kaçtığım yer, onun hatırasıydı. Bir gece, eski bir defter buldum. Elif’in bana yazdığı birkaç cümle vardı içinde. “Sen beni hep bahar gibi sevdin,” diyordu. “Ama ben, kıştım.” O cümle, içime bir buz gibi düştü. Çünkü ben, onun kışını hiç tanımamıştım. Hep açan yanını sevmiştim. Hep gülümseyen, hep anlatan… Ama susan Elif’i, ağlayan Elif’i, geçmişiyle yüzleşen Elif’i hiç görememiştim. Belki de görmek istememiştim.
Zaman geçtikçe, acı şekil değiştirdi. Başta bir yangındı. Sonra bir sızı oldu. En sonunda bir sessizlik… Ama o sessizlik, en gürültülü hâliydi aşkın. Çünkü Elif’in yokluğu, her şeyin içinden konuşuyordu. Bir şarkının eksik nakaratından. Bir kitabın boş sayfasından. Bir çiçeğin solmuş yaprağından. Bir gün, bir çiçek açtı aynı çatlakta. Ama farklıydı. Rengi başka, kokusu başka. Eğildim, baktım. Elif değildi. Ama Elif’in hatırasıydı. Çünkü bazı insanlar, bir daha gelmez. Ama geldikleri yer, hep yaşar. Ve bazı aşklar, bir daha yaşanmaz. Ama yaşandığı an, bir ömre bedeldir.
İşte o arada geçen zaman, bir ömürlük suskunluktu. Bir insanın kendine dönmesi. Bir adamın eksik kalması. Ve bir kaldırım çatlağının, her sabah yeniden hatırlatması: “Bazı çiçekler, sadece bir kez açar. Ama o açış, bir kalbi sonsuza dek değiştirir.”Vesselam.
Mehmet Aluç