“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!” der William Shakespeare Hamlet adlı ünlü eserinde. Birçok insana “Bu hayatta ne oldun?” sorusunu yöneltsek, büyük çoğunluğu; anne oldum, baba oldum, öğretmen oldum, doktor oldum, aşçı oldum gibi cevaplar verecektir hiç kuşkusuz. Olmayı daima bedensel bir eylem olarak görmüştür insanlık. Çünkü içine gönderildiğimiz dünya, yine insan eliyle insanın olamamasını hedefleyen sistem üzerine inşa edilmiştir. Maalesef bu sistemin; olmuş, zihinsel olgunluğa erişmiş, kişiliği oturmuş, kendini bulmuş insanlara ihtiyacı yok! İhtiyacı olan tek şey, birbirinin kopyası hayatları olan, sisteme hizmet edecek robotlaşmış insanlığın devamı. Oysa olmak, zihinsel bir uyanış gerektirir. İnsanlığın çoğu bu uyanışı gerçekleştiremeden, sadece sistemin ondan istediğini yaparak dünyadan geçer ve gider.
Delphi’deki Apollon Tapınağı girişinde, bir Antik Yunan vecizesi olarak altın harflerle, “Nosce te ipsum” yani “Kendini bil/tanı!” yazar. Aynı yazıyı Matrix filmindeki bir sahnede de görürüz. Peki, nedir “bilmek?” … Psikolog Rollo May, Yaratma Cesareti adlı kitabında bilmeye şöyle açıklık getiriyor: “‘Bilmek’ anlamına gelen özgün İbranice ve Grekçe sözcüklerin ‘cinsel ilişkide bulunmak’ anlamına geldiği de unutulmamalı. İncil’de ‘İbrahim karısını bildi ve o gebe kaldı’ diye yazar.” Bu alıntı, “kendini bil” sözünü açıklamaya fazlasıyla yetiyor. Peki, dışarıdan zihnimize hücum eden düşüncelere devamlı maruz kalmak, zihin tecavüzüne uğradığımız manasını taşımıyor mu bu bakımda? Bu soruya Epiktetos’un güzel bir cevabı var bence: “Eğer biri sizin bedeninizi yoldan geçen herhangi birine verseydi deliye dönerdiniz. Ama aklınızı ve düşüncelerinizi karşılaştığınız herkesin ellerine teslim ediyorsunuz. Onlar da sizi kullandıktan sonra zihninizi huzursuz ve bulanık bir hale sokup öylece bırakıp gidiyorlar. Bunu yapmaya hiç utanmıyor musunuz?”
Toprağı biliyor, kadının rahmini biliyor fakat zihinleri sonsuza kadar nadasa bırakıyoruz. Matruşka bebeklere benzemekte ısrar eden bizler, zihin tarlalarımıza çeşitli mahsuller ekmek yerine, fışkırması mümkün düşünce filizlerinin üzerini sistemin elimize tutuşturduğu kürekler yardımıyla toprakla kaplıyoruz. Bundan dolayı da yüzyıllar boyu insanlık bir arpa boyu yol alamıyor. İnsanlığın daima yerinde sektiğinin, hiçbir ilerleme kaydedemediğinin en büyük ispatı tarih kitapları ve romanlar olmuştur.
Dünyadaki kaosların, çıkmazların, bütün sorunların sebebi, zihinsel doğum yerine bedensel doğuma odaklanmamızdır. İnsan her zaman kolaya kaçandır; kendisiyle bütünleşip birey olamadan, karşı cinsle birleşmenin ve çoğalmanın peşine düşer. Bedenle yapılan faaliyet çekici, zihinle yapılan ürkütücü gelir insana. Çünkü zihinle yapılan görünmezdir, ürkütücülüğü buradan gelir; tıpkı ölüm gibi! Aynı zamanda zihinsel faaliyetler, bedensel faaliyetlerden daha fazla efor harcamayı gerektirir ve daha yorucudur. Bu sebeple kendini bilmenin yükü altına giremiyor insanların çoğu. Benjamin Franklin de bu zorluğu şu sözüyle doğruluyor: “Son derece sert olan üç şey vardır: Çelik, elmas ve kendini bilmek.” Aristoteles ise “Kendini bilmek, tüm bilgeliğin başlangıcıdır.” sözüyle, gerçek bilgiye erişebilmenin temel kuralının kendi aklımızı tanımakla mümkün olacağını vurguluyor. Benzer vurguyu Yunus Emre de yapıyor dizelerinde:
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır!”
Franklin kendini bilmenin/tanımanın zorluğunu, Aristoteles ve Yunus Emre bu zorluğun bizi biz yapabilmesi için elzem olduğunu fısıldıyor kulağımıza. Görüyoruz ki geçmişten günümüze uzanan zaman yolculuğunda filozoflar, düşünürler, psikologlar, edebiyatçılar, şairler kendini bilmenin önemini anlatmışlar hep.
Yüzyıllardır dünyanın değişimine engel olan düşünce yapısını yıkmak, insanlığı var eden ve yetiştiren kadına düşüyor her zaman olduğu gibi. Köyünde tarlasını çapalayan kadın, zihnini de toprak gibi çapalamayı öğrenmeli ki yetiştirdiği çocuğu zihinsel olarak besleyip şekillendirebilsin. Bir diğer kadın, annesinden devraldığı eprimiş annelik modelinden sıyrılmalı ki çocuğunun yürüdüğü yola ışık tutabilsin. Ve en önemlisi, gereksiz kalabalıklardan uzaklaşıp kendi kendine kalabilmeyi, kendi düşüncelerini yaratacağı uygun ortamı hazırlaması gerektiğini öğrenmeli. Aksi halde insanlık, hiç şüphesiz fotokopi makinesinde çoğaltılmışçasına hızla yeryüzünü kaplamaya devam edecektir. Bir kadının çocuklarını yetiştirirken kendisi ve çocukları için kullanacağı en tehlikeli söylem: “Büyütür beslerim, asker gelin eylerim, köşeme çekilirim” demesidir. Bu düşünce kalıbının empoze edildiği kadınlara, hayattaki yegâne görevlerinin bu olmadığını hatırlatmak, övündükleri şeylerin öğrenilmiş çaresizlik olduğunu bıkmadan anlatmak gerekiyor. Başından beri bahsettiğimiz sistem, çivileri erkek eliyle çaktırılmış bir çerçevenin içine sokuşturuyor kadını ve çerçevenin dışına çıkıp büyük resmi göremesin diye de elinden geleni yapıyor. Erkek, onu köle yapan sistemin buyruğu olan, çerçeveye çivi çakmayı bırakıp onu var eden kadınla el ele vererek büyük resme birlikte bakmaya yönelmeli. Birey olmanın önündeki barikatları kaldırmak için her zaman birbirimizin desteğine ihtiyaç vardır. Sadece bedensel birleşimde değil, zihinsel birleşimde de bir araya gelebilmeli kadın ve erkek. Sonuçta bu iki cins, dünyayı yaşanılası bir yer yapmak için var, kaosa sürüklemek için değil!
“İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.” diyor Sabahattin Ali “İçimizdeki Şeytan” kitabında. Evet, bu insanca sebebi bulmak için önce, Apollon Tapınağının girişinde yazan “Kendini bil!” sözünü işaret ediyor ve sonra da Matrix filminde, Morpheus’un Neo’ya yönelttiği soruyu soruyorum: Mavi hap mı yoksa kırmızı hap mı? Hedonizmin kucağında yok olmak mı yoksa zorlu bir yolculukta kendini bulmak mı? Seçim sizin.