Belki de insanoğlunun en derin çelişkisidir. Ömrümüzde bir kez, kısa ama çetin bir mücadele için sevmek isteriz. Gerçek anlamda yüreğinle sevince, dünya dediğimiz her şeyden vazgeçme isteği doğar içimizde. Bu noktada aşk, etrafında dönüp durduğumuz karmaşık bir girdap haline gelir. Dünyaya bir kere geliyoruz, değil mi? Bir kere sevebilsek, bir kere sevilsek, temizce… Ölüm mü vardı sanki sevmenin ötesinde? Yoksa asıl ölümcül olan, biz insanların içindeki duygulardan ibaret olan bu hayat mıydı?
Dış dünyaya dönük yaşayamıyoruz. Hepimizin içinde, sevememe ve sevilmeme boşluğundan ibaret, kaybolup giden sonsuz bir boşluk var. O yüzden bazen dışarıyı, o bize sunulan kıymetli hazineyi göremiyoruz: saf ve temiz bir hava, sessiz iklimlerin karıştığı ılık sonbahar güneşleri, yağmurun beslediği aç bir toprak, özgürce dolaşıp kafamızı dinleyebildiğimiz ağaçlık çayırlar… Ama bir şeyler eksik kalıyor. O da sevmek. Sevmemenin ve sevilmemenin verdiği acının bir ucundan tutunca aşkın o ikiyüzlü suratını fark edebiliyorsunuz. Dışarıdaki nimetleri göremememizin sebebi, aşkın yoksunluğudur.
Düşünsenize: yakınınızdaki bir eli tutamamak, ona dokunamamak, tam yanınızdayken onu görememek, sesini duymak için can atmaya rağmen telefonlara ellerimizin varamaması… Böylesine pahalı bir acı işte. Her an eksikliğini duyduğumuz birinin hiçbir zaman bizimle olamayacağını bilerek dışarıya dönük olmak.
Aşkın hangi yüzünü gördünüz? Çok sevmenize rağmen dışlanılmış olanını mı? Yoksa sevmiş gibi yapıp da sonradan fark edemediğiniz sahtekârlığını mı? Aşkın o bildiğiniz, yaşadığınız yüzünü mü tattınız? Yoksa diğer tarafında saklı olan hain, acımasız ve bir o kadar da ihanetkar yüzünü mü?
Evet, aşkı görebildiğimiz yüzüyle yaşayıp tadabiliyoruz. Herkes neticede gördüğü yüzle bir şeylerden anlam çıkarabilir. Ama ya göremediğiniz yüzü sizi yanıltıyorsa?
Dünyanın matematiği ne kadar da adil değil mi? Hesap ederken bir yürekte kaç aşkı bölüyor acıya? Kaç tane ihanet çarpıyor tutkularımızla? Kaç kişiyi toplasan kalp, aşkta iki kişi edecek ki? Neticede bir tarafta eksiler daha fazla. Yarım kalmış, bitap düşmüş bütün sevgiler, kör ihanetlerin ucunda. Bir de aşk diye bakabildiğimiz ama bakıp da göremediğimiz parlak bir aynanın öteki yüzü var. O yüzünü hiç göremedik. Göremediğimiz yüzün ardında saklı olan sırları nasıl fark edebilirdik ki? Kim bilir kaç kalp öldü ve öldürüldü, kaç beden aşkın görünmeyen yüzünde heba oldu.
“Aşk evlilikleri” dedik mesela. Bana şiddetsiz bir iletişimin mahkum olmadığı bir aşk evliliğinden söz edin. Ya da aldatılınca kolayca her şeyi yutup affedebilen bir aşıktan bahsedin. Kaç tane var bunlardan? Aldatmak eylemi, aşkı kirlettiği an, hain bir bıçak gibi acımasızca yaralıyor seven ve sevilen tüm yürekleri. Şiddet dediğimiz dil ise, aşkın yine öteki hain yüzünde görünmeyen gizli bir tuzak oluyor. Aşkın görebildiğiniz yüzü ile çözemiyorsunuz her şeyi. Görünmeyen yüzü ise, aşkın bize ihanetinin ta kendisi. Hem maddi hem manevi bir ziyan. Bir yüzü pembe, diğer yüzü kapkara bir aşk. Görebildiğiniz yüzü aydınlık, göremediğiniz yüzü ise korkularla ve çıkmazlarla dolu bir sokak. İhanetin kördüğümünde, merhametsizliğin elinde oyuncak olan zavallı bir aşk.
Aşk size görünen yüzüyle gelir. Görünmeyen yüzünü siz görene, fark edene kadar kimseye hissettirmez. Yalan olan bir şey, “Benim adım yalan” diyemez. Gerçekte suçlu olan bir hırsız, “Ben çaldım” deyip de çaldığını geri koymaya cesaret edebilir mi?
Aşk bu yüzden ikiyüzlüdür. Sizler onu, görebildiğiniz yüzüyle yaşıyorsunuz. Yüzünü değiştirebilen tarafıyla sevebiliyorsunuz birini. Aşkın sakladığı yüzü kolay kolay ortaya çıkmaz… Ta ki sizler gerçek bir aşkın ne olduğunu anlayıp, aslında onun ikiyüzlülüğünü fark edene kadar.