Sabah senin “Günaydın” deyişinle kalktım. Yanağına bir busecik kondurup kahvaltını hazırladım, sevgilim. Açıkmış mıydın? Açıkmış gibiydin. Saatlerce uyanmanı bekledim. Yorgun muydun? Bırak şu işi, ben çalışır, ekmek parası getiririm. Yeter ki sen rahat ol ve yanımda kal.
Sevgilim, bunları yazıyorum çünkü ne ettiysem sana olan aşkımı kanıtlayamadım… O kahvaltı sofrasında senin gelmeni kaç saat bekledim, hatırlamıyorum.
Sonra aradan günler geçti. Ben senin gittiğini henüz anlayamadım. Anlamak istemedim. Geri geleceksin, değil mi? İş seyahatine çıktın… Umarım.
Artık kahvaltı bana zehir zıkkım olmuştu. Ben o gün, o kahvaltı sofrasında kaldım. Zaman hiç ilerlemedi, hislerim, düşüncelerim hiç değişmedi. Değişmeyecek. Geri gel. Ne olursan ol, gel. Kabul edeceğim, her halinle…
Yine gelmedin, ben yine bekledim. Ben hep beklerim. Sen gelene kadar…
Ama bir sabah, aynı hislerim ve düşüncelerimle uyanamadım. Kahvaltıyı ellerim titreyerek hazırladım. O günkü gibi. “Sevgilim, yemeğin hazır. Haydi gel, bekliyorum seni.” Birkaç saniye boyunca odada sadece sessizlik hâkimdi. Yatak odasına gidip baktığımda kimsecikler yoktu. Lavaboya baktım, yine yoktun. Nasıl yıkıldığımı hatırlamıyorum.
Koridorun ortasında, salonun kapısına doğru anlamsızca sadece baktım. Ayaklarım geri geri gitmek istese de yürüdüm. Kapıdan nasıl geçtiğimi inan bilmiyorum, sevgilim. Kapıdan başımı sarkıtıp yemek masasına baktığımda mutlu bir aile tablosu gördüm. Sen, benim doğurduğum çocuklar ve o kadın…
Hani senin ilk göz ağrın bendim? Gözümden akan her damla gözyaşını Allah kahretsin. Hıçkıra hıçkıra ağlarken bir anda kendime hâkim olamadım ve yemek masasını dağıttım. Kaseler, çay bardakları binbir parçaya ayrıldı. Çaydanlık rezil bir hâlde yere devrildi. Zeytinin cıvık yağı bir şekilde yere döküldü. Bal o kadar donmuştu ki içinde bulunduğu kase kırılsa bile o kaseden ayrılmadı. Peynirlere ne oldu bilmiyorum…
Sen benim aşkım değildin, o kadına aittin. Benim doğurduğum çocukların annesi oydu. Sen ise babaları.
Peki, bu hikâyede ben neredeyi
m? Kapı paspası…