Martı, gökyüzünün beyaz imzasıydı.
Bir kanat çırptı, bulutun kenarını silip
maviyi biraz daha derinleştirdi.
Deniz mi derdim, göl mü?
İnsan, suyun adını bilince mi sever,
yoksa anlamayınca mı?
Su, bildiğini söylemeyen bir filozof gibi
kendi sessizliğini akıtıyordu kıyılara.
Balıklar, dipteki karanlık kütüphanede
sayfası çevrilmeyen kitaplardı.
Onları göremezdin,
var olduklarını bilirdin
tıpkı kendi unutulmuş anıların gibi.
El değmemiş orman,
dünyanın hâlâ kendine sakladığı bir sırdı.
Yeşilin bin tonuyla konuşur,
her ağacın gölgesiyle yeni bir cümle kurardı.
Belki de biz insanlar,
gölgeye tutunarak öğreniyoruz
ışığın ne olduğunu.
Dağ, başını göğe yaslamış,
yüzyıllardır aynı rüyayı görüyordu:
İnsansız bir sabah,
motor sesi duymayan sular,
yalnızca martının gülüşü.
Biz,
o tekneyle suya yazı yazmaya çalışan çocuklar gibi,
yazdıklarımızın ilk dalgada silineceğini bilerek
yine de
yine de kürek çekiyorduk.