Sessiz Nesillerin Çığlığı
Daha oyun çağında bir kız çocuğuydu ancak at koşumlarının şıkırtılarının nal seslerine karıştığı bu saatleri çok severdi. Gün batımındaki ışınların huzmelerinde havaya kalkan toz bulutunu yara yara gözlerini belertip bakan, başını ayaklarının ritmine uydurarak aşağı yukarı hararetle sallayan atlar, bu vakitler avluya girerdi. O, ivedi adımlarla dışarı seğirtir: “Babam geldi, babam geldi!” diye çığlık atarcasına bağırırdı. Epeyce yaşını almış olan ninesi, torununun sesiyle ikindi şekerlemesini yapmak için oturduğu yerden iğne batırılmış gibi zıplardı. Hem kabaran yüreğini hafifletmek hem de sabırlı olmaya gayret etmek için: “Töbestafurullah!” çekerdi.
O, babasının gelmesine mi sevinirdi, yoksa başka bir durum mu vardı bu telaşının kaynağında. Her çocuk gibi babasının eve gelmesi onda bir güven duygusu yaratıyordu mutlaka. Fakat küçük kızın dışarıya acilen gitme dürtüsünü esas tetikleyen at arabasıydı. Araba kasasının üzerinde acemi bir sokak ressamı tarafından yapılmış, görsel bir şölen kahramanın eserini incelemeye bayılırdı. Sazlıkların boy attığı bir gölün üzerinde geleceğe kanat açmış yeşil başlı bir ördek. Atlar arabadan çözüldükten sonra gidip yeşil başlı ördeğin resmini okşardı. Gıdı tüylerini, boynundaki beyaz bandını okşardı. Ellerinin altındaki gerçek tüydü sanki. Sert ahşabı hissetmezdi de yumuşaklığını beynine iletirdi parmak sinirleri. Ördeğin kanatlarına tutunurdu da türlü yerlere onunla uçup giderdi. Tüm heyecanı kurguladığı düşler içindi.
Kız çocuğu dışarıya çıktığında çıplak ayaklarını yere tıpır tıpır vurarak atların nallarının toprak yolda çıkardığı seslerin ritmine öykünürdü. Atlar avluya girer girmez tedirgin adımlarla geri geri çekilerek onları izlerdi. Annesi etekleri zil çalarak onunla birlikte avluya çıkardı. Bazen çarpışırlardı. Annesi; “Çekil gızım ayağımın altından.” diye onu sertçe uyarırdı. Atların hızını kesmeden avluya girebilmesi için derme çatma tahtalardan yapılma çift kanatlı kapıyı iki yana açması gerekliydi. Annesi bunu büyük bir beceriyle yapardı. Yoksa terli hayvanlar, arabaya koşulu olmaları sebebiyle hız ivmesini aşağıya çekemezler, derme çatma tahtalardan yapılma kapıyla çarpışmaları işten bile olmazdı.
Atların çektiği ahşap tekerlekli araba, adeta can hıraş avluya kendini atar atmaz, annesi alışkın bir kıvraklıkla kapıları tekrar kapatma gayretine tutulurdu. Henüz yere inmeye nazlanan toz bulutu, inatla havaya tutunarak bir süre daha toprak anasını yüksekten seyretme tutkusuyla yanıp tutuşurdu. Atların ağızlarına takılı olan gemden huzursuz hallerini, annesinin mazgal ızgarasına benzeyen kapıları kapatışını, babasının ter içinde kalmış kırmızı yüzünü, sanki zihnine kazımak istercesine seyrederdi küçük kız çocuğu. Bu hengamenin dinmesini yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla bekler ve araba kasasının üzerindeki sanat eserini izlemek için sabırsızlanırdı.
Babası, atların kayışlarını çekip; “Dürüşşşştt” diyerek hayvanları tam avlunun ortasında durdururdu. Gübreliğinin çardak direğinde dinlenen at sinekleri, bir felakete uğramışçasına metalik renkli sırtlarındaki zar kanatlarını çırparak havalanırlardı. Bu arada baba, filmlerdeki figüran sahnelerini aratmayacak çeviklikle arabanın üzerinden yere atlardı. Bir kazaya meydan vermemek için koşum takımlarının ucunu elinden bırakmaksızın atların önüne geçerdi. Başındaki kasketinin siperliğini arkaya çevirip geriye atarak işini daha bir kıvraklıkla yapardı.
Şehre, gençliğinin gücüyle çiçeklenmiş umutlarını taşıyıp beraberinde getirmişti genç baba. Köyden şehre göç etmesinin bir ve en önemli nedeni de bir erkek çocuğu sevdasıydı. Bu at arabasıyla içinde her gün bir çığ gibi büyüyen düşleri gerçeğe dönüşecekti. Köy yeri demek, mahrumiyet demekti. Doktor yoktu, hastane yoktu.
Kocakarı yöntemleri iki erkek evladını yaşatmaya yetmemişti. Sabiler, daha gün yüzü görmeden göçüp gitmişlerdi. Gerçi köy muhtarı, kendisini defalarca uyarmıştı.”Memmet Ağa, karını kasabaya ya da şehre götür, bir doktora göster. Burada boşa zaman kaybetme. Yoksa soyun kuruyacak.” demişti. Köy muhtarının sinsi planını az çok tahmin ediyordu ama boş vermişti. Nihayet, zayi olan üçüncü erkek çocuğunu da toprağa verdikten sonra kararını kesinleştirmişti.
Genç baba, anasını, karısını ve eksik etek iki kızını da alarak bir kamyonun kasasına birkaç parça eşyasını yükleyip şehre gelmişti. Gariban anasının dişinden tırnağından arttırarak edindiği mendil kadar bağı, bahçeyi de yok pahasına dürzü gözlü muhtara satmıştı. Sefil çocukluğunu ve hüzünlü yeni yetmeliğininin ırgatlığını yadigar bırakmıştı bu kavruk topraklara. Sonunda şehre göç etmişti. Şehrin varoşlarında, derme çatma üç haneli olan, geniş avlulu bu toprak parçasını alıp hanelerden birine kapağı atmışlardı. Elindeki avucundakini bu hazine arazisi üzerindeki arsaya yatırmıştı. Bir çift atıyla birlikte ahşap at arabasını almak için borçlanmıştı ancak ne gam. İki takım gecekondunun kirasıyla borcunun taksitlerini kapatırdı nasıl olsa. Çalıştığıyla altı boğazı besleyemeyecek değildi ya. Ziyanı yoktu. Diyetini ödemeye çoktan razıydı. Şansı da dönüyordu nasılsa. İki kızını da kocaya verdikten sonra daha rahata erecekti.
Hastanede dünyaya gelen dördüncü erkek evlat ölü doğmuştu doğmasına ancak doğduğu hastanede de can bulmuştu. Doğar doğmaz oksijen çadırında nefes almasını sağlayan bu şehir, oğluna nasıl can vermişse yarına dair beslediği umutlarına da kucak açacaktı.
Gecekondunun bulunduğu arsa bir tepenin üstündeydi. Mevkii bayağı güzeldi. Sabah gün doğumunda evin küçük köhne pencerelerinden güneş ışığı, çatlak çerçevelerin içindeki küçük camlardan bin bir meşakkat çekerek inatla evin içine yayılırdı. Akşam gün batımı, diğer cephedeki pencerelerin yaşlı pervazlarını ısıtırdı. Gün batıp giderken sanki ertesi güne daha bir parlak doğacağını müjdeler gibi kızarıp gurup oluşturarak mor dalgalanmaları ufka yayardı. Bahçedeki erik ağacının dalları, giden güne selam durur gibi hafiften nazlanırdı. Akşam rüzgârı, köze dönüşen kamp ateşinin canlanmasını sağlama görevini üstlenmişçesine bir ıslık çalarak guruba doğru eserdi. Giderken de ağaçların yeni sürgünleri üzerindeki meyveye durmuş çiçeklerin taç yapraklarını bir konfeti gibi peşinden sürüklerdi. Ham meyvelerin ucundaki tüycükler, bu ayrılığa üzülmüşçesine uçuşurdu.
Her akşam üstü, atların biteviye soluklarındaki buhar, toz bulutuna karışırken babası, atların koşumlarını eski bir alışkanlığın becerisiyle çarçabuk çözerdi. Atların terini alsın diyerek gübreliğinin direğinde asılı duran çul battaniyeleri, hemen onların üstüne örterdi. Gemlerin kayışlarını orta direkteki kancalara bağlardı. Çardağın altına sokulan atlar, başlarına geçirilen yem torbalarına ağızlarını gömerek dinlenmeye çekilirlerdi. Küçük kızın ablası, terleri soğuduktan sonra onları, tulumbanın yekpare tas yalağında sulamaya götürene dek iştahla yemlenirlerdi.
Akşam, gündüzleri kabaran iştahını doyurmak isteyen koca bir dev gibi önce ufka sonra avlunun üzerine çökerdi. At arabasının kasası, yetim bir çocuk gibi ahşap boynuzlarını yere direyerek avlunun ortasında kalakalırdı. Bu ana dek küçük kız, sırtını duvara yaslayıp yere çömelerek arabanın kasasının üzerindeki ördeğe gözlerini dikerdi. Sanki ördek de çöken akşamın ağırlığı altında kanatlarını kapatıp gölün üzerinde uykuyla kucaklaşırdı.
Anne, akşam yemeğinin telaşından önce at arabasını boşaltırdı. Baba, manavlara sebze, meyve sevkiyatı yaparken kasalarda sıkışıp yaralanan, berelenen meyveleri bir teneke kovaya toplardı. Kovayı da at arabasının arka kısmına monte edilen demir bir çengele kulpundan asardı. Meyvelerin daha fazla zedelenmesini engellerdi böylelikle. Mevsimine göre çeşitlenirdi kovadakiler. Salkımını terk eden üzüm taneleri, konuldukları kasaların kenarına sürtünerek kabuğu sıyrılmış şeftaliler, kırağı yiyerek üşümüş lekeli portakallar, kovadan taşardı kimi gün.
Büyük anne, artık görmesi zayıfladığı için körebe oynayan çocuklar gibi el yordamıyla avluya çıkardı. “Hoş geldin Memmedim!” derdi. Bunu aksatmaksızın her gün yapardı. Gelinin elinden kovayı alır, doğruca içindekileri yıkamaya götürürdü. Köydeyken bağdan bahçeden topladığı zerzevatlar gelirdi aklına. Nerede o mis kokuları, nerede o kütür kütürlükleri. Neyse buna da şükür. Aç değillerdi, açıkta değillerdi. Bir elini bükülmüş beline koyarak destekler, ağır ağır yürürdü. Kovayı tulumbanın başındaki taş duvara koyardı. Ağlar gibi inleye zorlaya çalışan tulumbadan su çekerek bu meyveleri tek tek yıkardı. Bazen küçük kızı yardıma çağırırdı ancak onun hayallere daldığının, yeşil başlı ördekle uzak diyarlara gittiğinin ayırdımında olmazdı. Bir töbeestafurullah daha çekerdi. “Ergen oldu şimdiden bizim kız.” diye eklerdi.
Oysa yaşlı kadın, rutin görevlerini yaparken sık sık geçmişine giderdi. Yeşil başlı ördek nasıl ki geleceğe uçuyorsa torunuyla, kendisi de geçmişe uçuverirdi. Adını bilmediği bir savaşın seferberliğine katılmış, gitmiş ve geri dönmemiş olan kocasını yad ederdi. İstemeden de olsa kendisini dört çocukla –ikisi kız, biri erkek ve karnındaki doğmamış olan çocuğu- bir başına bıraktığından dolayı kocasına yıllar yılı öfke beslemişti. Ölmüşse ölüsü, yaşıyorsa dirisi nerelerdeydi? Bir ulaşabilseydi onun bedenine, kaldırıp kaldırıp yere çalası vardı. Ancak o zaman çektiklerinin intikamını alacağını düşünür, ancak o zaman yüreğinin yangınına soğuk sular serpilirdi. Kocasına ateş püskürürken onun yine istemeden neden olduğu bir başka olay da yüreğini mengene gibi tekrar tekrar sıkıştırırdı. Civan oğlunun gurbette çalışmaya gitmesi- ki bu geçim derdinin bir sonucuydu-, bilinçsizce bir ağıt tutturmasına neden olurdu. Ağıdın yalnızca ezgisini mırıldanırdı ama gözpınarlarındaki yaşı kurutan bu olayı hatırlamak ciğerinin başına bir çıngı düşmesine neden olurdu. O da gitmiş ve kocası gibi geri dönmemişti. Bir farkla, dönememişti. Eğer dönebilseydi mutlak gelirdi. Anasının gözyaşı dökmesine ta küçük bir çocukken bile dayanamazdı. Onun dizinin dibinde ağıtlarına eşlik eden sessiz gözyaşlarıyla ocağın başında uyuduğu çok olmuştu. Gelememişti, kötü haberi ise yıldırım hızıyla ulaşmıştı yaşlı kadına. Yüreğine kadar dokunmuştu bu hız, hatta delip geçmişti. Bir zarfın içinde gelmişti haber. Gurbette çalıştığı fabrikanın müdürü, kapkara yazısıyla bildirmişti. Yılan gibi kıvrılan kelimeleri muhtar okurken kadıncağız asrî cümleleri önce anlayamamıştı. Sonlara doğru başsağlığı diliyordu koskoca fabrika müdürü. “İş kazası.” diyordu. Gönlü yüce zengin adamcağız, bir miktar da tazminat parası yollamıştı. Para kağıdını muhtara teslim etmişti postacı. Koskoca ‘dövlet’ kocası için bir parça kâğıdı çok görmüştü. Bu fabrikatör üşenmemiş, oturmuş ona başsağlığı diliyordu. Yanında olsa elini ayağını öperdi. Oğlunun kan parasına uzun süre dokunamamıştı da mektubunu gökten zembille inen Kur ‘an’ dan bir sure gibi koynunda taşımıştı. Çıkarıp çıkarıp kutsal bir hamaylıyı öper gibi dudaklarına değdirip gözyaşlarını sicim gibi akıtmıştı üzerine. O günlerde başlamıştı gözlerindeki rahatsızlık. Artık akşam karanlığı basınca siyahla beyazı bile ayırt edemiyordu. Kocası seferberliğe katıldığında- ‘yüklüydüm’ derdi kendi üslubuyla- küçük oğluna hamileymiş daha. Dünyada dikili ağacı ‘Memmed’iydi artık. Kadıncağız, küçük oğluna için yüreğine öfke tohumları atmamak için kendini telkin ederdi. Nasıl eli tutmuştu da ağabeyinin tazminat parasını muhtarda olan posta kağıdıyla gidip almıştı. Bunu aklı havsalası almıyordu. Fakat elinden bir şey gelmiyordu. Sığındığı tek dünyası burasıydı. Hayat, bir arada kalmışlık, bir bekleme durağıydı. Çektiği çilenin mükâfatını öbür dünyada alacaktı. Her şeyden daha önemlisi, küçük oğlunun damının altında ölecekti. Bu her insana nasip olmazdı. “Duldası bile yeter.” diyerek teselli bulmaya çalışıyordu.
Baba, atları arabadan çözdükten sonra doğruca tulumbanın başına gidip kasketini taş yalağın kale burcu gibi yükselen beton duvarının üzerine koyarak kollarını sıvardı. Parıltılar saçarak bir şelale gibi akan suyun altında ellerini, dirseklerine kadar kollarını, terli başını yıkardı güzelce. Kutsal bir göreve hazırlanır gibi yapardı bunu. İlahî ve kutsal bir göreve. Yaşlı anasının beline sıkıştırdığı peşkirle güzelce kurulanırdı. Önce anasının ellerini öperdi. “Nasılsın anacığım?” diye üstten tutma ama hayırlı evlat vazifesiyle sorardı. “Sağlığına duacıyım Memmedim. Dırnağına daş damesin yavrum.” derdi içtenlikle. Genç baba, anasını sayardı fakat şimdi meşgalesi farklıydı. Eve girerek sıcacık kundağında gelecek düşlerin içine yuvarlanmış oğlunu kucağına alıp severdi. “Babammm. Nasılmış benim aslan oğlum.” derdi. Bu zamanlarda öyle sevecen olurdu ki günün geri kalanındaki yorgunluğunu kirli bir çamaşır gibi sıyırırdı üzerinden. Akşam sofrasına oturana dek oğlunu kucağından bırakmazdı. Sanki şu koskoca dünyaya gelme şu minicik bebek içindi. Yaşlılığının tek güvencesi bu erkek evlat, yaşama sebebiydi.
Kızlar, baba için başka bir eve aitmiş de şimdilik bu evde misafirmiş muamelesi görürdü. Mesafeli ve çatışmaya girmenin anlamsız olduğu bir ilişki. Babanın diyeceği bir şey varsa ortalığa söylenmeliydi. Fazla yüzgöz olmaya gerek yoktu fikrince. Çeyiz denen gereksiz şeyleri denk edip başka bir eve, yani asıl evine yolcu ederse kızları için babalık görevini de tam olarak yapmış olacaktı. O kadar. Seli gider kumu kalır misali tüm ilgisini oğluna yöneltmeliydi. Yakında büyük kızını gelin edecekti. Bunu düşününce baba, derin bir rahatlama hissederdi.
Büyük kız, avludaki erik ağacının altında sürekli annesinin ‘işlengi’ dediği bir işle uğraşıyordu. Küçük kız da onun dizinin dibinde erik ağacının pembeye çalan çiçeklerine bakıp şimdi kim bilir nerelerde, babasıyla birlikte hangi yolları arşınlayan yeşil başlı ördeğini düşünürdü. Bazen sırt üstü yere uzanırdı. Erik çiçekleri ablasının başının üzerini bir taç gibi çevrelerdi. Küçük kız, yeşil başlı ördeğini, erik ağacını ve ablasını çok severdi. Babalarından bekledikleri ama göremedikleri sevginin boşluğunu bazen birbirleriyle söyleşerek doldururlardı. Bu eksikliği konuşup paylaşmazlardı ancak bu onların ruhuna sinmiş, kendini her fırsatta hatırlatan ince bir sızıydı. Neyse ki abla kendisini seven bir adam bulmuştu. Eniştesi onu severdi herhalde. O kadar az vakitleri vardı ki. Erikler olgunlaştığında ablası artık burada olmayacaktı. Ona erik götüreceğine söz verdi kız kardeş. Gelin adayı abla, içi fıkır fıkır güldü. Daha düğünün ertesi günü saçı başı dağılmış, gözlerinde morlukla baba evine sabah ezanında geri geleceğini bilseydi bunca sevinçli olur muydu? Yaşanmadan bilinmezdi. Sığınağı olan bu göle geri döndüğünde umduğu bağırlara basılma yerine “Bu evden gelinliğinle çıktın, koca evinden de ancak kefeninle çıkarsın.” cümlesi babasının dudaklarından döküldüğünde hangi duygulara gark olacağını aklının ucundan bile geçirmeye korkardı. Koca, severdi de döverdi de. Bu her ailede yaşanan olağan olaylardandı. Büyütülecek bir durum yoktu. Hele ki ‘şeytan fısıldaması olan’ boşanmak gibi yüz karası bir düşünce bu gibi ailelerin lügatinde yazmazdı.
Düğün günü için zaman hızla ve sabırsızca geçiyordu. Evde hummalı bir telaş başlamıştı. Çarşaflıklar, yastıklar, yorganlar, yeni akrabalarına gönderilecek bohçalar için hazırlanmış kumaş parçaları, ucu oyalı danteller, iğne işi nakışlarla bezeli tülbentler, bir süreliğine evi doldurdu. Tasniflendi, yerlerine yerleştirilip bohçalandı, çatal iğnelerle dürüldü. Makas sesleri, kumaş yırtma sesleri, beyaz badanalı duvarlara çarparak anıları sıvadı ahşap tavanlara. Gündüz, konu komşunun imece usulü çalışmaları, geceyi avludaki çardağın altında çay saatine dönüştü. Gülüşmeler, fısıldaşmalar eşliğinde mahalle kadınları gençlik anılarını keyifli bir masal gibi anlatmaları gece yarısına dek sürdü.
Bir akşam yine baba, at arabasıyla eve döndü. Yüzünün süngüsü düşüktü bu sefer. Araba bir hendeğe devrilmişmiş. Kasadaki yağlıboya tablo çizik içindeydi. Küçük kız, yeşil başlı ördeğin örselenmesinden dolayı ağlamaklıydı. Babasının kederine katılıyordu. Yazık olmuştu güzelim ördeğine. Kızcağız, malzemesi olsa onu yeniden boyayıp canlandırmak gereken gücü ve yeteneği kendisinde görebiliyordu. Ördeğinin yaralanan kanatlarını okşamıştı karanlık çökene dek. Kimse onun bu davranışını fark edecek halde değildi. Başı önüne eğik eve girip yemek sofrasına oturduğunda babasının dudaklarından dökülen sözcükler, tıpkı ördeğin örselenmesi gibi içini zedeledi aniden.
“Satacağım arabayı.” Kanı dondu o anda. Bir şeyler söylemek istese de sözcükler boğazına sıralandı. Yutmak istediği lokmalarla çarpıştılar. Zorla yutkundu küçük zavallı. Yarı aç yarı tok somyaya kıvrıldı. Olsun, zedeli olsun, ördeğinden ayrılmayı göze alamazdı. Yeni sahiplerinin- çocukları varsa bile- ördeğini kendisi gibi sevip okşayacaklarına hiç ihtimal vermiyordu. Kendisi gibi gariban kalacağını düşünmek… Bu düşünceyi kovmak için kimseye sezdirmeden eliyle başının üzerini yelliyordu. Sanrılar içinde sık sık uyandı uykusundan. Hatta ninesinin anlattığı masallardaki yaratıklardan korkmasa avluya çıkıp ördeğini okşamayı, onu sağaltmayı bile düşündü. Sonra babasının sözlerini yanlış anladığını umup yeniden kıvrıldı yatağına.
Düğün telaşıyla bu konunun bir daha açıldığına şahit olmadı. Sanki arabayı satma işi ertelenmişti. Mahalledeki arkadaşları, ablasının düğününde kim bilir ne güzel bir elbise giyineceğinden bahsediyorlardı. Küçük kız, suskundu. Onlara verecek cevap bulamıyordu. Ne zaman bu konuda annesiyle, ninesiyle ve ablasıyla konuşacak olsa geçiştiriliyordu. Genellikle aldığı cevap “Şimdi sırası mı?” “Kasap et derdinde koyun can derdinde.” oluyordu. Yine ablasından kalma eski esvaplardan devşirme entarilere kalacak gibiydi. Ertelediği isteklerine böylece bir yenisi ekleniyordu. Sonunda sormaktan vazgeçti. Düğünün ihtişamına odaklandı. Kutu kutu kuru pastalar gelmeye başlayınca bir tabak kuru pastayı mideye indirme umudu, gelinliğin simlerinden bir tutam alabilme düşüncesi, küçük kızı biraz canlandırdı. Bir de süslenen gelin arabasının arka koltuğuna peri padişahının kızı gibi kurulma hayalleri…
‘Kadın berberi’nden gelen ablasını tanıyamadı. Aman Allah’ım, o ne güzellikti öyle? Başı bir kraliçenin mağrur duruşu gibi dimdikti. Kocası yakışıklı mı yakışıklıydı. Dış görünüşü, içindeki canavar düşünceleri öyle özenle maskelemişti ki onun eşi olacak bu genç kız için planlarını açığa vermiyordu. Ulu orta evliliklerini anlatan maço donanımlı erkeklerin sohbet ortamlarında büyümüştü. Yani Anadolu erkeği eğitimini tamamlanmıştı. Nikahı basana kadar gülümseyecekti. Sonrasında evin reisinin kim olduğunu bildirmesi için bolca zamanı olacaktı. Gelinle damat, yan yana durup takı merasimi yapılırken kızcağız, ablasının yanına yaklaştı. Bembeyaz tüllerin içindeki hali onu bambaşka biri yapmıştı. Gelinlik, at arabasının kasasındaki ördeğin gıdı tüyleri gibi parlak ve hafifti. Belindeki kuşak, ördeğinin boynundaki bant kadar muntazam olarak ütülenmiş, kalçalarının üzerine fiyonk yapılmıştı. Yeşil başlı ördeğini seyreder gibi okşayıcı bakışlarını tüm bunların üzerinde gezdirdi.
Kız, ablasının gelinliğin duvağından sarkan upuzun, ta dizlerine kadar inen pırıl pırıl gelin tellerine dokundu. Ablası evden çıkmadan bir tutam alabilseydi. Arkadaşlarıyla da paylaşırlardı. Evcilik oynarken toka ile saçlarına takarlardı. Birden fotoğraf makinesinin flaşı gözlerini kamaştırdı. Ablasının fotoğraflarını çekiyorlardı. Yeni akrabalarından biri, kızı kolundan tutup sertçe çekti. Belli ki gelinin kız kardeşi olduğunu bilmiyordu. Ablasından yardım almak ister gibi baktı. Fakat ablası bir hayran denizi içinde yüzüyordu, onu fark etmesi imkansızdı. Fırsatını bulup iki fotoğraf çekimi arasında yeniden ablasına yanaştı. Bu kez izin mizin istemek gibi bir düşüncesi yoktu. Direkt olarak sim tellere sarıldı. Bir tutamını kavradı ve çekti. Gelinliğin kabarık eteğinin altından çıkan sivri pabucunun ucu baldırına saplandı adeta. Acıyla kıvranan bir köpek yavrusu misali kuyruğunu kıstırıp odadan dışarıya çıktı. Gözleri hırstan kıpkırmızı olmuştu.
Ninesini kapının dışındaki hasır yastıkta oturmuş halde görünce hemen sokuldu ona. Yaşlı kadın, bir ağıt ezgisiyle elini dayadığı başını sağa sola sallıyordu. “Allah’ım iki gün yatak üçüncü gün toprak.” diyordu mırıltılarla. Küçük kız, bu söylemi sık sık duyardı ancak ne anlama geldiğini bilmese bile yine de ölümü çağrıştırırdı ona. Ninesinin bu hali iyice içine dokundu. O da ninesine katılıp ağlamaya başladı. “Ölme nine ölme! Herkes gidiyor, ben ne yapacağım?” diye haykırdı iç sesi. Bedeni boşlukta sallanıyordu adeta. Hiçbir yere ait değildi. Onlara kimse aldırmıyordu. Kızcağız uyuştuğu kucağın gaflet uykusundan evden dışarı uğrayan güruhun sesiyle uyandı. Aşırı sevinç gösterileri, sevgi şovları eşliğinde gelini dışarı çıkardılar alçak dar kapıdan. Herkes, önünde kocaman bir naylon bebek ve çiçek çelengi bulunan arabaya yöneldi. İşte son hayal ettiği olay başlıyordu. Gelin arabasına, ablasının yanına oturmak. Bu fırsatı kaçırmamalıydı. Yerinden yekindi kalktı. Basma entarisi buruş buruş olmuştu. Şöyle bir silkeledi, eliyle düzeltti buruşuklukları. Gıcır gıcır aracın arka kapısından binen ablasının peşinden içeri attı çıplak ayağını. Yine o uğursuz el, ensesinden yakaladığı gibi onu yana doğru savurdu, kendine yol açarak arabaya bindi, kapıyı sertçe çekti.
Gelin arabası, avludan bir ihtiyarın şekerlemeden sonra dinçleşerek aniden canlanışı gibi toprak yola doğru eski anıların peşinden seğirtti. Üzerine sinmesinden, cantlarının parlaklığını çalmasından korktuğu toz bulutunu ardında bıraktı. Bu kez toz bulutu, intikam alırcasına canlılığını kıskandığı renklerin üzerine ağır bir hüzün gibi çullandı. Arabanın arkasından bakmak için evin duvarının dibinde egzoz dumanına boğulan küçük kızın gözlerinden aşağıya boşalan gözyaşlarının ıslaklığına da yapıştı. Tuzlu suyun kıvrımlarında yoğunlaştı, çizgiler halinde eskizler çizdi yanaklarından çenesine inene dek. Küçük kızın içinde birikip göğüs boşluğuna sığmayan çığlığı, artık boşalmış olan avlunun her köşesine yetecek kadar taştı, taştı da tüm mahalleyi esir aldı. Rüzgârın da marifetiyle yanan yüreğinin külleri, önce gökyüzüne yükseldi sonra bir çiçeği fark eden kelebekler ivediliğinde indi toprak avluya.
Küçük kız, -evde kalan eksik etekli misafir ikinci kız yani- ağlamanın yorgunluğunu atarken yaslandığı gecekondunun duvarında bitap düşerek uyuyakalmıştı. Ninesinin tulumba kuyusundan homurdanarak çıkan tertemiz suyun sesi gibi derinden gelen “Töbeestafurullah”larını hayal meyal duyumsadı. Beli bükük yaşlı kadının zorlukla onu yerden bir çuval misali kaldırışını, kucaklayışını, bir dev anasının yeri döven adımları gibi eve taşıyışını da aynı duyumsamayla hafızasına kazıdı. Bu bir rüya olmalıydı, yaşadıkları gerçek olamayacak kadar kalbini acıtıyordu. Aralanan gözlerini sıkıca yumdu. Somyanın bir ana kucağı gibi kendini saran döşeğinde bıraktı bedenini. Ninesi, başucunda birilerinin duymasından korkar gibi fısıltıyla dualar okuyordu. Bu, onun uykuya tekrar huzurla dalmasına yardımcı oluyordu.
Küçük kız, ertesi sabah hâlâ içinde sıkışıp kalmış olan hıçkırık kırıntılarıyla uyandı. Dünkü yaşadıklarının bir kabus olmasını öyle içten diledi ki bunu kimsenin duyamamasını yadırgadı. Herkes, derin soluk alarak sabah uykusunun tadını çıkarıyordu. Ablasının yattığı somya terkedilmiş, derin bir kuyu gibi suskundu. Örtüsü bozulmamıştı, bundan böyle de öyle kalacaktı. Bu gerçekti ve hiç değişmeyecekti. Pencereden erik ağacını gördü. Yalnızlık, ta ne zaman ve ne sebeple olduğu belirsiz önemli bir mekânın başında nöbet tutan bir er misali, orada sıkıntıdan uğunuyordu. Dışarıdan gelen su sesi, onu daldığı ikinci uykusundan uyandırdı. Büyük annesi basma entarisinin eteklerini belindeki kuşağına toplamış, kollarını dirseklerine dek sıvamış, beyaz tülbendini kınalı saçlarını yarıya dek gösterecek şekilde geriye atmıştı. Tulumbanın patlayarak akan gür suyunda abdest alıyordu. O, gözlerinin kenarında biriken yaz sıcağında tuz göllerinin çeperlerinde oluşmuş tuzlara benzeyen çapaklarını silerek büyük annesine doğru yürüdü.
Birden avludaki gübrelikte hafızasına kazılı olan alışıldık görüntüde bir tuhaflık fark etti. At arabası, yedek at koşumları, çul battaniye yoktu. Gübrelik sabah ışıklarında kimsesiz ya da terk edilmiş bir çocuk gibi hayata dargın duruyordu olduğu yerde. Tam altından orta yerinden geçen oluğun ucundan sarı ve ağdalı bir sıvı, toprakta kendine bir güzergâh bulmuş, serserice sağa sola kıvrılarak akıyordu.
“Nene, atlar nerede?” diye şuursuzca bağırdı küçük kız. Sabahın sessizliğinde ortalığı çınlattı bu zamansız gürültü. Yaşlı kadın, yerinden irkilerek doğrulur gibi dikeldi. Abdest almaya ara verip başparmağını tersten üst çenesine takarak yukarı çekti. “Töbeestafurullah.” diyerek derinden soludu. “Sabah sabah tarla kuşu gibi çığırma kuzumm. Herkes uykuda.” Sesi kısık fakat sertçe çıkıyordu. Başındaki tülbendini düzelterek ayaklarını mesledi.
Küçük kız, içindeki duyguları artık zapt edemiyordu. Hepsini birden azat etti. Affa uğramış eski mahkumlar gibi gırtlağından gayri ihtiyarî dışarı uğradılar. Kızcağız artık höykürerek, sarsılarak, çırpınarak ağlıyordu. Katmerlenen üzüntüsü ruhunun temel direklerine sarılmış sarmaşık gibi hızla tırmandı. Geleceğe dair içinde yeşerttiği var olan her şeyin üstüne, taşlara sarılan su yosunları gibi yemyeşil sıvandı. Yeşil başlı ördeği yoktu. Hayalleri de onunla birlikte uçup gitmişti. Ebediyen onun kanatlarına binip bilmediği diyarlara yolculuk yapamayacaktı. Artık suyu ile hayallerinin boy atmasını sağlayan yağlıboya masmavi gölü yoktu. “Yeşil başlı ördeğim, nerelerdesin?” diye haykırıyordu ama kırık dökük, boğuk, anlaşılmaz ve çarpık söyleyişini ancak kendisi anlıyordu. Ninesi, onun başını döşüne bastırdı. “Sus kızım, sus.” Sonra başını göğe kaldırarak; “Töbeestafurullah. Kuzum aklını yitirdi. Allah’ım, sen yardım eyle.” dedi. Şimdi o da ağlıyordu torunuyla beraber. Neye ağladığını bir tek Allah bilirdi. Fakat şu gerçek bir kör, bir lâl tarafından bile su götürmez bir doğru tespit olurdu. Her ikisi de çok şey yitirmişti. İkisinin de inşa edip kendilerini de içine hapsettikleri sırça köşkleri, cani yaramazlık yapmak isteyen ‘zaman’ın attığı taşla tuz buz olmuştu. Çevreye saçılan cıncıkları yüreklerine, ciğerlerine saplanmıştı. Nefesleri kesilene dek sabahın sahipsiz saatlerinde doya doya ağlıyorlardı.
Yeşil başlı ördek iyi ki bu manzaraya tanıklık etmemişti. Fakat bahçe kapısının dışında eski bir bohça gibi yığılmış bir bedenin karaltısından örselenmiş bir çift cam gibi yaslarla buğulanmış bakıyordu bu ic parçalayan sahneye. Bu eciş bücüş insan, insanlıktan çekmişti. Avuç avuç yolunmuş saclar, topuğu yırtılmış çoraplı, ayakkabısız ayaklar, aslında tam da bu tablonun içinde yer almalıydı. Ancak avludan içeri adim atmaya cesareti olmayan yeni gelin- şimdiden eskimiş olan-, gün ağarmadan, kimselere görünmeden asıl ve nihai evine yürüdü. Araf’ta kalmak bundan daha beterdi çünkü.