Hayatım Jose Saramago kitapları gibidir; nokta ve virgül hariç hiçbir noktalama işareti
bulamazsınız. Çünkü etrafımda soru soracak, diyalog kuracak ya da bağıracak birileri yok.
Nokta ve virgül ise mecburen var; ya her şeye net bir cevabım vardır ya da aynı özellikteki
birkaç şeyi arka arkaya söylüyorumdur. Nokta ve virgülü üst üste kullandığım ise pek
nadirdir; onu da size bilmiş görünmek için kullanıyorum.
Onuncu ayın onuncu günü saat on buçukta yanmış ilk mumum. Zengin bir ailenin tek çocuğu
sevinçle karşılanmışım. En iyi dadılar ve özel öğretmenler eşliğinde titizlikle büyütüldüm. Ne
istesem alındı, çocukluk anılarıma en pahalı oyuncaklar yarenlik etti. Akranlarım sokakta
akşam ezanına kadar top koştururken ben, video oyunlarında hep ünlü futbolcuları koşturdum.
Kar yağdı camdan izledim, güneş çıktı hâlâ camdaydım. Ne kardan adam yaptım ne de güneş
tenimi yaktı. Cam fanusun içindeki beta balığından farksızdım. Anne ve babam ben daha beş
yaşındayken ayrıldı. Sürekli iş seyahatlerindeki babam beni zifiri bir karanlığa hapsetti.
Annem ise yurt dışında yeni bir aile kurunca beni pek düşünmez oldu.
Bunları böyle anlattığıma bakmayın, bir çocuk için çok kötü şeyler bunlar, hele de o çocuk
bensem. Rottenmeier kılıklı bir dadı ve binlerce oyuncak, çocuksu meraklarıma ve
yalnızlığıma pek de çare olmadı. Yapmak istediğim her şey yasaktı bir kere ve bu benim için
en büyük sorundu. Sokaktaki çocuklar nasıl oyunlar oynar onu bile bilmiyordum. Almanca
sayı saymayı bilmektense Heidi gibi dağlarda koşturmayı tercih ederdim. Tüm yasaklara
rağmen hırçın bir çocuğa dönüşmedim, aksine tam bir hayalet oldum.
Müzmin yalnızlığım okul hayatım boyunca giderek büyüdü. Ülkenin en pahalı okullarında en
şımarık çocuklarla okudum. Hayali arkadaşlarım onlardan daha zeki ve eğlenceliydi, ben de
onları tercih ettim. Sıra arkadaşım vardı elbet hatta birçok arkadaşım vardı okulda fakat ben
hep çok yalnızdım. Hayali arkadaşlarım her istediğimi yapıyordu ve ben öyle mutluydum.
Mesela okulda top oynamak yerine ben hep bir köşede kendi kendime oynardım. İçimde beni
mutlu eden çok şey vardı. Daha ilkokul çağında bile insanların beni mutlu edebileceği,
yalnızlığımı paylaşabileceği fikri benden çok uzaktı. Derslerim çok iyiydi. Böylece bu kadar
yalnız bir çocuk olmam pek de göze batmıyordu.
Liseye kadar böyle arkadaşlar içinde arkadaşsız yaşadım. Fakat lisede artık arkadaşlara da
tahammülüm yoktu. Tek yaptığım şey resim yapmak ve amaçsızca sokaklarda dolaşmaktı. Dış
dünyayı gözlemlemek bana çok iyi geliyordu. Karıncaları, kuşları, kedi ve köpekleri, hatta
bazen insanları içimden çıkıp hayranlıkla izliyordum. İnsan düşmanı değilim, yanlış
anlamayın, sadece insanlarla olmak bana iyi gelmiyor. Kendi kendine yemek yiyemeyen,
dışarı çıkamayan, film izleyemeyen hatta nefes bile alamayan insanlara da hep hayret ederim.
Ama elbette bu kadar büyük konuşmamın bedelini de ödemem gerekiyordu.
Üniversitedeydim Esme’yi tanıdığımda. Uzun ve siyah saçları, yeşil kocaman gözleri ve
cennetteymişsiniz hissi veren sıcacık gülümsemesi beni bu dünyadan koparmıştı. Tüm
yargılarım ve kurallarım alt üst olmuştu. Nasıl olur da bir insan beni bu kadar mutlu
edebilirdi. Hatta nasıl olur da ben bir insanı görmek için bu kadar can atabilirdim. Haftalarca
onu takip ettim. Hiç konuşmadan öylece takip ettim. Elbette beni fark ediyordu ama o da hiç
konuşmuyordu. Bir akşam tüm cesaretimi toplayıp onu evine kadar takip ettim ve beni görse
ne diyecektim onu bile bilmiyordum. Evini öğrendikten sonra gidecektim ama tam
gidecekken arkamda belirdi. Gözlerini hâlâ unutamıyorum, şaşkın ve sinirli görünmeye
çalışıyordu. O akşamdan sonra dünya benim için çok farklı bir hâl aldı.
Esme hep yanımdaydı, tüm kaprislerime ve yalnızlık krizlerime göz yumuyordu. Belki de iki
kişilik mutlu yalnızlığı bulan tek çifttik. Başlarda tenhalığım sevdiceğimden ürkmüş, onu
kıskanıp ağlamıştı. Büyük ve uzun süren sancılar sonucu Esme hayatıma girdi. Çok sabırlıydı
bir kere. Benim gibi bir adamla nasıl mutlu olduğunu anlamakta güçlük çekiyordum doğrusu.
Esme’nin büyülü elleriyle hayata bağlanmak beni daha da güçlü bir adam haline getirmişti.
Güneşi bulmuştum.
Şehirden uzak küçük evimizde delicesine mutluydum. Evimizi ellerimizle inşa ettik.
Verandada kocaman bir hamak, bahçede de bir sürü meyve ağacı vardı. Güneşin doğuşunun
ve batışının bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum. Sokaklarda amaçsızca dolaşırken bu kadar
güzelliğin farkında değilmişim. Esme bana dünyayı sevdirmişti. Güneş ışığı saçlarına
vururdu, simsiyah saçları nasıl da parlardı. Çok da zekiydi. Her konuda bir fikri, her soruna
bir çözümü vardı. Yıllarca emek emek işlediğim eşsiz yalnızlığıma da bir çözüm bulmuştu;
yanımda saatlerce sessizce oturuyordu. Bazen orada olduğunu bile unutuyordum. Ama bazen
de cıvıl cıvıl halleriyle daha önce hiç olmadığım kadar mutlu hissettiriyordu. Halimizden
memnunduk en azından ben öyle sanıyordum.
Yıllar geçtikçe ikimize de yeten neşesi sönmeye başladı. Yalnızlığım bir lanet gibi ikimizi de
esir almıştı. Saatlerce sessizce dururken meğer Esme’yi de yalnızlığa mahkum etmişim.
Benden uzakta olmak için can atıyor gibiydi. Bu duyguyu çok iyi biliyordum fakat bunu onda
görmek beni çok şaşırtmıştı. Bir sabah uyandım ve verandaya çıktım. Güneş her zamanki gibi
ışıldamıyordu ve havada çok önceden tanıdığım bir koku vardı. Not bırakmadan öylece
gitmişti. Güneşi kaybetmiştim.
Artık yaşamanın bir anlamı yokmuş gibi geliyordu başlarda. Esme olmadan, güneş olmadan
nasıl yaşardım ki. Ama öyle olmadı. Yıllar boyu kendi kendime o kadar yetmişim ki o büyük
boşluk bile bana zarar veremedi. En çok yemek yerken zorluk çekerim sanıyordum.
Küçükken Alman dadımın verdiği cezalar geldi aklıma, ben zaten hep yalnız yiyormuşum.
Yani aslında Esme hiç var olmamış, hiç yalnızlığımı paylaşmamış.
Yalnızlığım tamamen benim bir parçam oldu. Öznesiz, zamansız, amaçsız geçiyor günlerim.
Kendi kendine yetebilen insanı oluşturayım derken bir canavara dönüştüm. Güneş sadece
benim için doğup benim için batıyor. Bazen rıhtımda dolaşıyorum, balıkçılar eve ekmek
götürebilmek için ağlarını atıyor, balıklar bile ailelerinden ayrılmamak için ağlara takılmıyor.
Ben sadece seyrediyorum.
Çoğu zaman kendi sesimi unutuyorum, hatta kim olduğumu. Etrafımda adımı bilen kimse de
yok. Ürkütücü geliyor farkındayım. Yüzyıllardır birlikte yaşayan insan türü sanki benim
yüzümden yalnızlığın korkunç çığlıkları arasında yaşamaya çalışıyor. Bunu ben istedim. Belki
de kendime bir Frankenstein yaratmalıyım. Benim gibi bencil bir canavar. Ama ona da
tahammül edemezdim sanırım.
Onuncu ayın onuncu günü geldiğinde bazen bir mum alıyorum. Sessizce üflüyorum. Güneşi
kaybedip mumdan medet ummak, aynalardan kaçarken bir ses beklemek ne kadar da bana ait.
Kendi başına kalmak uğruna her şeyi yakıp yıkan ben. Üzülmeyin ben iyiyim. Kendi başıma
yemek yiyip konuşmadan da yaşayabiliyorum. Yalnızlığım çok konuşuyor hatta çığlıklar
atıyor. Yalnız ölmekten de korkmuyorum. Belki dalgalar beni almaya geldiğinde Esme de
gelir. Ah Esme, ne kadar da güzeldi. Sahi siz hiç görmediniz Esme’yi. Görürseniz benim gibi
yapmayın. Tutun ellerinden ve bırakmayın. Yalnızlık benimle beraber merak etmeyin.